Katil Kim?

ASeL

Bayan Üye
images


KATİL KİM-1-

Rönesans’tan Komünizm’in yıkılışına doğru renk değiştire değiştire büyüyüp sonunda dünyayı kasıp kavuran, özde ‘ruhçuluğu red’ mânâsını taşıyıcı keskin bir “dinsizlik” cereyanı vardı.

Bunun mukabilindeki insanlar ise hiç olmazsa o dinsizliğe yani karşı mukavemet kutbuna nisbetle tersinden veya düzünden en azından mücerred mânâda bile olsa kendi dinlerini bilir, ona sarılırlardı.

Son zamanlarda ise artık o dinsizlik cereyanı sırtına kamuflaj elbisesini geçirip izafeten “yok” olunca Boğaçhan’ın karşı mukavemetini bir anda çekip de boğanın yere kapaklanıvermesi gibi, o keskinliğin “diyalogvari” hatlarla yumuşatılmasıyla “din” denen ve onun çektiği katar olarak da “inanç” denen insanın mânâ arayışı da ‘can çekişene sıkılan son kurşun’ hâlinde böylece kimvurduya gitmiş oldu.

Bir nevi dünya çapındaki “dar’ül harb”, oldu “dar’ül boşluk”… Ve şeytan, insanoğlunu eriştirdiğiyle, ezelde verdiği ahdin tersinden kemal noktasına da böylece erişmiş oldu: İnanç yok, inançsızlık inancı bile yok!..

Kimine düşen pay olarak ruh hastalığından çıldırmaya doğru, kimine düşen pay olarak da mecazî hayvanlaşmadan gerçeğine doğru gidici korkunç bir nisbetsizlik, ve sanki diyalektiğin sonu…

Anadolu kıtasına baktığımızda da buranın da çukur içinde ayrı bir çukur gibi, dünyadan farklı kalır bir yanı olmadığını görüyoruz.

Hangisinin hangisine ayna olduğu meçhul, Anadolu’nun kaybedişinin dünyaya, dünyanın kaybedişinin de Anadolu’ya üstelik katmeriyle geri yansımasının mânâ kıyımı, “fikirsizliğin ve ruhsuzluğun peşi sıra çektiği zamanı gelmiş bir yıkımı hiçbir güç durduramaz!” şeklinde kendini tezahür ettiriyordu.

İrfan, anlayış, idrak melekelerinin felç edildiği bir toplumda yaşıyoruz.

Milletimizin son beşyüz yıldan bu yana, cihad meydanlarında yazdığı kahramanlık destanlarına mukabil, zamanı bütünleyici bir muhasebeyi içeren “fikir” yoksunluğundan tutun da, küfürle beraber küfürden de daha çukur bir derekede hiçliğin bir remz şahsiyeti tarafından bu toplumun “kurtulamayış” savaşı sonrası geride kalan ilim-irfan adına istidat belirtebilecek tüm insan unsurlarını, beşikten mezara soyunu tümden kurutucu bir şekilde biçerdöğerlerle kesip biçmesinden, bu hışımdan kurtulabilenlerin de tarihî ortak şuur ve şuuraltlarıyla olan ve olabilecek tüm bağlantılarını kökten tırpanlayıp set çekme amacıyla dil, tarih ve kültür gıdalarına “Okuma! Düşünme! Konuşma! Tüket! İtaat et! Ve öl!” altı emrini içeren bir takım “inkilap” dedikleri diktelerle kovalar dolusu kezzap dökülmesine kadar, buna birçok sebeb sayabiliriz…

Düşünce ve idrak gücünün genetiği olan “dil”iyle oynanmak suretiyle aklı alınmış, alfabesi kazınarak kökleri budanmak suretiyle tarihî bağları koparılmış, her sahada Batı maymunluğuna özendirilmek suretiyle orjinal bir benliği olabileceği düşüncesi bile unutturulmuş, iktisadî sömürü cenderelerinden geçirilip tek davanın “ekmek davası” olduğu fikri benimsetilmek suretiyle herhangi bir ideale “inanma” duygusu bile yitirtilmiş, istese de okuyamayan, istese de düşünemeyen, istese de konuşamayan, ama tüketen, ama itaat eden ve devletin bağışladığı, “sosyal sigortalar” güvencesinde hiç olmazsa cesedinin ortada kalmayacağı tesellisiyle salhane koyunları gibi içi müsterih öleceği günü bekleyen “birey”lerden mürekkeb usaresi boşaltılmış bir toplum…

İşte bu “tersine mucize”nin sebeb olduğu deprem yıkıntılarının arasından, bu akışı tersine çevirme yeminiyle bir Adam doğrulmaktaydı!..

Ancak ta 85 yıl önce Müslüman Türk insanına üstelik bir zırdelinin zoruyla giydirilen deli gömleğini buz dağlarını hohlaya hohlaya eritmeye çalışıcı bir mecnunlukta zor bela çıkartabilen bu Adam, karşısında bir Zeus heykeli bulamayacağını belki de için için seziyordu.

Mukaddes Emanet’i koruyamamanın belki de İlâhî cezası hâlinde otuz yıla yakın süren “Allah” demeye bile lâyık görülmeyici tecrid suskunluğunun sonunda Türk insanı, ayrılıkları içinde aynı bünyenin mahsulleri hâlinde, o gömleği inatla benimsemiş olanları ve çamurdaki manda rehavetiyle artık hayvanlaşmanın tadına alışanları bir yana, gömlekten kurtulmanın hürriyetini, giderek artan bir şekilde kimi aldığı tek telkinle öz babasına bile kıyabilecek (bir şey yaparak fiilî veya hareketsiz kalarak görmezden gelici) hainlik ve enaniyetteki mankurtlar, kimi ahmaklıktan terfi etmiş tımarhanelik manyaklar, kimi de samimi ama “anlayış”tan yana küt kafalar curcunası hâlinde yaşatmaya başlamışlardı.

Ağlanası bir trajikomedya…

Bu dipsiz ümitsizlik karanlığının bir köşesinde saklı, dünya samanlığını ateş topuna çevirmek üzere bekleyen, kim bilir hangi ilâhî lütuf rüzgârının sürükleyip korunu körüklediği MÂN KIVILCIMI’nı bilmesek, belki de hakkımıza düşen, kafalarımıza sıkacağımız birer kurşun olacaktı!..

Oysa biz biliyoruz ki bu demler, zıddını şiddetince tersine itici, çakılan dibin derinliğince zirveye sıçratıcı mukadder oluş icabı içinde sonsuz bir miras yaşatan ortak şuuraltının gölge oyununa mevzu ve karanlıklarda el yordamına mahkûm hikâyesini oynayan “insan aktörü”nün son çile demleridir.

Çünkü hem zaman ve mekânda eserlerine şahid olduğumuz İlâhî ibda, ve hem de ona mutabık İBDA Diyalektiği bunu böyle der!..

İçinden cinler padişahı çıkacağı ümidiyle sabırla okşanan Alaaddin’in sihirli lâmbası misali, Üstad’ın hohlaya hohlaya erittiği buz dağlarından geriye kalan çamurdan hâliyle Müslüman camia…

85 yıl önce girişilen madde ve mânâdaki tırpanlama faaliyetinin alınmış semeresi hâlinde iğdiş edilmiş idraklerinden, “Menemen hâdisesi” hayaletini hâlâ ruhlarında yaşatıcı “provokasyona gelmeme” provokasyonunun korkaklık, teslimiyet, yaranma, ne yapacağının bilememe, muvazaacılık, hak ve haksızlığı görmezden gelme veya “artık iktidar makamlarına gelmiş olmanın rehaveti” şekline bürülü eski öfkesi de sönmüş eylemsizliklerine kadar, donarak tersinden dairevi oluş hâlinde kendi kendini üreten ve toprak kökünden azade bir başıboşlukta gezinen sanki yeni bir çamurdan buzdağı kütlesi…

Herşey bir yana, bir ASLAN KEYFİYET’in yılanlı kuyuda çin işkencesine maruz bırakılışını görmezden geldikleri için ve dünyadaki felâketler içinde yüzen tüm kan ağlayan Müslümanları, henüz daha burnu bile kanamamış rehavetleriyle trajik bir tiyatro tadında seyrettikleri için, belki de en sona saklanmış MUSİBETLERİN EN BÜYÜĞÜNÜ celbedici umarsız şu hâlleriyle sanki hâl diliyle kendi aleyhlerine dua edercesine takındıkları tavra ne buyrulur?

Ya, acı ve gözyaşı içindeki İslâm âlemi tarafından eski günlerdeki gibi yine önlerine geçip kendilerine mareşallik yapmasını beklediği bu milletin ‘özürü kabahatinden büyük’ hesabı bilakis tam tersini yaptığı için, apoletleri sökük de olsa bir mareşalin cezasının yine “mareşallara layık” şiddet ve büyüklükte olacağı gerçeğinden habersizliklerine?

Ve Sabr’ın büyüklüğü ölçüsünde musibetin de büyük olacağından gafil, his iptali içindeki hâllerinden bîhaber körlüklerine?..

Camianın genelindeki “şucu” veya “bucu” yaftaları altında dükkanlarına asılı, mânâsı hangi “dünya görüşü”ne bağlanacağı bile meçhul tabela isimlerini dahi kendilerine yakıştırarak benimsemede muğlak durucu bir fikir yoksunluğu…

İzahı bir adımdan bile öte gitmeyen, benimseyemedikleri yaftalarından bile nasıl bir fikirsizlik fikrine sahib oldukları belli böylesi bir cenin-i sakıt keyfiyette nerede kalmış ki toplayıcı bir fikir fenerinden yayılan şualar hâlinde kendilerini kendilerine ve kendilerini çevrelerine izah etme tasası, nerede kalmış ki yakıcı bir nefs muhasebesi, nerede kalmış ki “idrak edemediğini idrak” kadar dahi olsun bir idrak sancısı, dil ve anlayış derdi…

Elbette, en fazla ne yapacağını bilememekle malûl, ama bununla beraber aşkını, vecdini, imân öfkesini kalbinin bir köşesinde mahfuz tutan ve gerçekten samimiyetini yaşamaya çalışan tabandaki samimileri müstesna, komedi edebiyatının artık en iptidai derekesine yapışıcı, düşmana da el ovuşturucu karikatür hâlleriyle vıcıklaşmış bir ironi ishalinde, boşluğu işgal edici varlıklarıyla “yokluk”a bile onlara yer açarken hicab duyuran bir samimiyetsizlik, bir “anlayış”sızlık, bir hiçlik keyfiyetsizliği…

En kuru tarafından, fikirden azade de olsa en azından iyi niyetlilik dolu ama idraksizlik idrakine misâl olabilecek şu manzaraya bakar mısınız:

— “Sene 1970… Üstadım, Ankara’da konferans veriyor…

Konferansın sonunda da, “İmam Hatib Mezunları Derneği” gibi bir dernekte, bir yorgunluk kahvesi içmek üzere, orada…

Uzunca bir masa başında o ve masaya dizilmiş 20 kadar genç… Biri benim… (…) Masada oturanlara şöyle bir göz gezdiriyorum; onlar sadece, konuşan bir meşhuru dinlemekte… Üstadım, vesilesi düşmüş, Bergson’dan bir sahne aktarıyor:

— “Ben Paris’te, onun bir sohbetine katılmıştım… Büyük kafa… Kafasında yüz bin vinç dolaşıyor; fikirleri oradan oraya, oradan oraya naklediyor…”

Ve beni paslı bir hançer gibi tâ canevimden vuran izâh:

— “Vinç dedimse, mecazî mânâda dedim… Anlıyorsunuz değil mi?”

Masadakilerin keyfiyetini -ve ne demek istediğimi- anlayın ve bu işin nerelerden nerelere hangi efsanevî kıtlık şartları içinde getirildiğini kavrayın!..” (1)

Eğer o günlerden bugünlere İslâmcı camianın istisnaî bazı unsurlarında kendilerince parça doğrular olarak yaşattıkları zerre kadar dahi olsun bir haysiyet, keyfiyet belirtici bir eda, bir tavır varsa da, bunu da Büyük Doğu-İBDA mangalından hasbelkader eteklerine sıçramış ruh ve fikir kıvılcımlarına borçludurlar.

Bunları da apaçık vakıa olarak görüyoruz, duyuyoruz.

“…Telif hakkımızın parsa toplamaya elverişli verimini kapmak için de olsa, kıyıdan köşeden henüz kuru-sıkı keyfiyetini aşmamış Büyük Doğu şuurunu biz uyandırdık, uzaktan kumandalı robotlara giden sinyaller de, şimdilik ve sadece bizden, bizim TESİRİMİZDEN.” (2)

GERİLEME Mİ, İLERLEME Mİ, BAŞLANAN YERDE BİTİRME Mİ?

30 yılı aşkın bir zamandır Anadolu’daki İslâmcı camia ırmağının kendine değil de, ancak üstündeki dalgalanma ve köpüklenmelere yön vermiş bir oluşum, bir taife: (F. Gülen) camiası…

Mânâda nasıl başladılar, nasıl gittiler, nereye vardılar?

Fikirsiz, ama kuru iyi niyetlerle küçük bir oluşum hâlinde liderlerinin vaazlarıyla beraber “İslâm’ı tebliğ” gayeli çıkardıkları dergi ve kitaplarla başlayıp, derinliğine olmasa da ulaştıkları genişliğine yaygınlıkları, onları, büyük devletler tarafından bile peşin hesab kabulü hâlinde “oyun”a dahil edilip daha da şişirilerek “yeni dünya düzeni” hesablarının bir unsuru hâlinde bugünlere kadar taşıdı.


DİPNOTLAR:

1- Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler, İBDA Yayınları, shf. 328.

2- Salih Mirzabeyoğlu, Hikemiyat, İBDA Yayınları, shf. 146.

Furkan Dergisi, Temmuz 2011, s. 40

Mustafa Âşık
 
---> Katil Kim?

images


Katil Kim -2-


“Neydiler Ne Oldular?”

Eşya ve hâdiseler karşısında bilgilenme durumunda olan insan şuuru her ân onlara muhatab olurken yine her ân onlarla arasında cereyan eden bir soru-cevab döngüsü içindedir. Soru, “objektif” cevabını bulmazdan evvel subjektif maksada taalluk eden bir cevabtır aslında.

Bu yönüyle de cevabı veren, bir nevi sorunun kendisidir; onda bir istidat hâlinde mahfuzdur. Bu şekilde bilinenin mahiyeti bilenin mahiyetine tâbi olduğu için, doğru cevab da doğru soruya tâbidir. “İlim bir hazinedir.

Anahtarı ise sualdir. Güzel soru sormak da ilmin yarısıdır” buyuran Allah Resûlü ve “Bir insanın zekâsını sorduğu sorudan anlarım” buyuran Hazret-i Ömer…

Neyi sorarsak o cevabı alırız, nasıl bakarsak öyle görürüz, bende ne varsa eşyadan da bana o yansır: Varlığın bendeki görüntüsü hâlinde ben neysem varlık da odur; bendeki o: “Kendinde obje” dediğimiz şey.

Anladığı ölçüde tasarruf ettiği için bir nevi varlığın ikinci müellifi durumundaki insanın keyfiyetini de gösteren vakıa… Her sorunun cevabı sorunun kendindedir. Ve eşya ve hadiseleri ancak doğru soruyla doğru konuşturabiliriz.

“Neydiler ne oldular?”

Pekiyi bu soru doğru mu?

Bakalım.

Önce şöyle bir yorum denemesi yapalım:

(80’li yılların başında (F. Gülen) ve efradı İslâmı tebliğ gayesiyle yürüttükleri mücadelede güzel başlamışlar ve güzel gidiyorlardı. Ayrıca içlerinde yaşattıkları devleti hedefleyici gaye olarak da sessiz ve derinden gidip kaleyi içten fethedeceklerdi.

Ama zamanla, göze batmama amacıyla uyguladıkları takiyye politikası, kimlikleri ve kişilikleri olmaya ve tavizler tavizleri doğurmaya başlamıştı.

Böylece karşıdan rol çalacakları yerde, bilâkis kendilerini karşı tarafa kaptırmış, onların koltuk değnekleri, onların payandaları olmuşlardır.)

Meseleyi böyle bir değerlendiriş tarzı doğru mudur?

Bu camianın 80’li yıllardan beri İslâm’ı tebliğ amacıyla neşrettikleri yayınların muhtevasına baktığımızda, kâinattaki varlıkların üzerlerinde yapılan bilimsel keşiflerin, aklî deliller noktasında Allah’ın varlığını isbatladığı, hatta o varlıkların sadece var olmalarının bile bu isbatı kuvvetlendirdiği, dolayısıyla bunun da, İslâm dininin hak din olduğu fikrini kuvvetlendirdiğine dair kendilerince İslâm’ı tebliğ gayesi güdüldüğünü görürüz.

Ama neden İslâm ki? Aynı şeyleri Hristiyanlık dini de savunmuyor mu? Aynı unsurları kullanarak Hristiyanlığın propagandasını da pekâlâ yapamaz mıyız?

Kuru kuruya kabukta kalıcı yavan bir “hikmet arayışı” ve içinde akıl üstü hikemî bir arayış cehdi olmayan, akılcılık ve “bilimsel”cilik anlayışıyla Allah’ın varlığını ve İslâm’ın hak din olduğunu isbatlamaya çalışmak, bizzat karşı olunanın mantığına hapsolunup karşı tarafı yaşatmak demektir.

Meselâ: — “Türlerin birbirinden bağımsız olmadığını, her türün başka türlerin değişikliğe uğramış dölleriolduğunu, buna göre de insanın, kendinden önce yaşamış bir biçimden (form) türediğini söyleyen meşhur “maymun” meselesinden mi bahsedildi?..

Bu çoktan iflâs etmiş teorinin, ne izahını ne iflâsını bilmeksizin, “Batı’nın uydurduğu” diye başlayıp, maymunla insan arasında keyfiyet değil de biçim benzersizliği arayan kafa, karşıyken o düşünceyi tasvib edendir. (…) “Allah yoktur” diyen ve müsbet ilmi putlaştıran kafa karşısında, Allah’ı isbat –haşâ– etmeye kalkan, isbata mevzu olanın Allah olamayacağını, Allah’ın mahlûkuna tasdik ettirilemeyeceğinianlamayan, üstelik müsbet ilimden delil(!) getiren kafa, materyalist kafaya karşı oluşta bile o kafa yapısının doneleriyle onun mahkûmluğunu yaşar.”(3)

İçinde hiçbir kafa yorucu ve yordurucu fikrî düşünce olmaksızın, meselâ karşı duran bir materyalist veya ateistin mantıkî kurgu yapısını-dilini keşfedip onun felsefî diliyle yine onu mahkûm etme çetinliğine girişme zahmeti göstermeksizin, daha kapsamlı söylersek, her devrin kendine has bir ihtiyaç doğurucu âlet dönemi olduğunu hesaba katmaksızın ve İslâm’ı hayata tatbik edici “vasıta sistem-ara sistem” belirtici bir dünya görüşü olmaksızın ve sadece kabukta kalıcı kuru bir “harika” ve “hayret” telakkisiyle Mutlak Varlık’ın “var” olduğu, bu yüzden de Mutlak Fikir’in gerekli olduğu kabul ettirilemez.

Böyle bir anlayış, karşı olunurken karşı olduğuna haklılık payı verici, karşı olduğunu haklılık telakkine malzeme yapmak dururken karşı olduğunun malzemesi hâline gelici bir yaklaşım tarzıdır. (İlimde de bu, fikirde de bu, siyasette de bu).

Ve böyle bir anlayış tarzı da ancak, tahrif edildiği için hükümlerinin hayata tatbik edilmesini vazedici bir şeriatı olmayan, dolayısıyla da tatbike dair hikemî bir dünya görüşüne de ihtiyacı olmayan Hristiyanlık dininin propaganda tarzıdır.

Böyle bir tebliğ ve telkin metodu,Muhiddin-i Arabî’den İmam-ı Rabbanî’ye, İmam-ı Gazalî’den daha nice dev şahsiyetlere kadar İslâm tefekkür tarihinin hiçbir devresinde ne görülmüş, ne de duyulmuştur.

Materyalist inancın larvalıktan kurtulup boy vermeye başladığı 18. yüzyılda yaşamış, gözleri görmeyen meşhur bir matematikçi olan Cambridge Üniversitesi Profesörü Nicolas Saunderson…

Hasta yatağında ömrünün son demlerini soluyor…

Ölümü yaklaştığı için yanına telkin gücü kuvvetli bir papaz olan M. Gervaise Holmes’i çağırıyorlar.

Ve papaz uzun uzun Allah’ın varlığını isbat edici yönleriyle tabiatın harikalarından, mucizelerinden dem vurmaya başlıyor.

Belli ki gayesi, son nefesine yaklaşmış profesörü imana getirmeye çalışmak. Nihayetinde Saunderson, papazın sözünü bir yerde kesip şöyle giriyor araya:

— “Bay Holmes… Bütün bunlar benim için, sizin için olduğu kadar güzel değil. Ama, kabul edelim ki hayvan organizmasının mekanizması iddia ettiğiniz kadar mükemmel olsun.

Buna inanırım; çünkü, siz doğru olmayan bir şeyi bana kabul ettirmek istemeyecek kadar namuslu bir insansınız.

Yalnız şunu sormak isterim, bunun çok üstün zekâlı bir varlıkla ne ilgisi var?

Bu mükemmelliğin sizi hayrette bırakmasının herhâlde gücünüzün yetmediği herşeyi bir harika olarak görmeye alışık olmanızdır.

Ben de çok zaman sizin için hayran olunacak bir şeydim.

Ama, sizde hayret uyandıran şey için ben hiç de hoş şeyler düşünmüyorum.

İngiltere’nin tâ öbür ucundan kalkıp bana kadar gelen ve nasıl olup da geometriyle uğraştığıma bir türlü akıl erdiremeyen insanlar oldu: Kabul etmeniz gerekir ki, bu insanların dünyada nelerin mümkün olabileceği hakkında hiçbir fikirleri yoktur.

Bizce bir fenomen insan gücünün üstünde midir? Hemen şöyle deriz: “Tanrı yapısı”.

Daha azını kibrimize yediremeyiz. Sözlerimize daha az övünme ve daha çok felsefe katamaz mıyız acaba?

Tabiat karşımıza çözülmesi güç bir düğüm çıkardığı zaman onu olduğu gibi bırakalım ve daha sonra bizim için büsbütün çözülmez yeni bir düğüm hâlini alan bir varlığın elini bu düğümü çözmek için kullanmaya kalkışmayalım.

Bir Hintliye dünya boşlukta nasıl duruyor diye sorun, cevab olarak bir filin onu sırtında taşıdığını söyleyecektir size; peki fil neyin üstünde duruyor?

Bir kaplumbağanın; öyleyse kaplumbağa nerede duruyor?..

Bu Hintliye acırsınız. Size de aynı şey söylenebilir: Bay Holmes, dostum, önce cehaletinizi itiraf edin ve beni kaplumbağa, fil masalı dinlemekten
esirgeyin.”

Kabukta kalıcı bir telkine de yine böyle kabukta kalıcı bir cevab verilebilirdi ancak. Bütün mesele, “hâdiseye yanaşan şuur” meselesi. Bir insanın bir hâdiseye nasıl yanaştırtılması gerçeği de, yine “hâdiseye yanaşan şuur” meselesinin içinde. Hani, “sorunun cevabı yönlendirmesi” meselesi gibi.

Ve bu ifâdeler üzerine Papaz Holmes (Allah’a zaten inanmayan bir ateiste Allah’ın âyetlerini delil göstermeye benzeyen) bu telkin tarzının fayda etmediğini görünce, Newton, Leibniz, Clarke gibi bilim adamlarını örnek vererek bütün bu insanların tabiatın harikalarından son derece etkilendiklerini ve onun yaratıcısı olan akıllı bir varlığı kabul ettiklerini öne sürünce, Profesör, Newton gibi bir adamın kabul etmekten kaçınmadığı bir şeyi inkâr etmenin küstahlık olacağını itiraf ederken, ama buna rağmen, Newton bizzat Tanrı’nın sözüne inanırken, kendisinin Newton’un sözü üzerine Tanrı’ya inanmak zorunda bırakıldığını da belirtmekten geri kalmıyor.

“Parça”nın, “bütün”ün habercisi olduğu, dolayısıyla “bütün”ün parçada tecelli etmesine binaen “Küllî olan”ı bilmenin ise ancak kaostaki kozmosu; dolayısıyla mutlak düzensizliğin imkânsızlığını gören “ruh”a has mücerred zeminde değerlendirilmesi gereğince “neye göre düzen ve düzenin hakikati ne?” gibi meselelerden habersiz olduğu için “sadece müşahhasta, yani sathîlikte kalan muhatabına yine sathî mukabelede bulunma” tarzındaki sözlerinin devamında Profesör, “Beş hassemizin, şahid olduğu sistemdeki aynı düzenin varlığının, görüp bilmediğimiz başka dünyalarda da geçerli olduğunun isbatçısı olmadığı gibi, üstelik içinde bulunduğumuz kâinatın İLK evrelerinde ve bizden SONRAKİ evrelerde de bu harika düzenin olduğunun veya olacağının delili olmadığını, sadece bulunduğumuz döneme denk gelen bir düzende yaşıyor da olabileceğimizi” belirtirken şöyle sürdürmüş konuşmasını:

— “Bu dünya nedir, bay Holmes? Daima değişikliklere uğrayan, hep yıkılmaya doğru giden bir bileşim;

BİRBİRİNİ İZLEYEN, BİRBİRİNİ İTEN VE SONRA KAYBOLAN VARLIKLARIN HIZLI BİR ARDARDA GELİŞİ: GEÇİCİ BİR SİMETRİ, ANLIK BİR DÜZEN.

Demin size şeylerin mükemmelliğini kendi kapasitenize göre değerlendirdiğiniz için sitem etmiştim; şimdi de sizi şeylerin süresini kendi ömrünüzle ölçmekle suçlayabilirim.

Sizin, dünyanın sürekli varlığı hakkındaki yargınız, bir günlük ömrü olan efemer sineğinin sizin hayatınız hakkındaki yargısını andırıyor.

Yalnız bir an yaşayan varlık sizi nasıl ebedî sayarsa, siz de kâinatı kendinize göre ebedî sayıyorsunuz: Üstelik, haşere sizden daha akıllıca düşünmüş oluyor; çünkü, sizin ebedîliğinizi kanıtlayan ne kadar çok efemer kuşağı gelip geçmiştir?

Ne sonsuz bir gelenek değil mi? Ama, yine de, ne mekân içinde doldurduğumuz gerçek yeri, ne de tam olarak yaşadığımız süreyi kimse belirlemeye imkân bulamadan hepimiz göçüp gideceğiz. ZAMAN, MADDE VE MEKÂN BELKİ BİR NOKTADAN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR.”

Bu konuşma Saunderson’u, sağlık durumuna göre fazlaca heyecanlandırmış, birkaç saat süren bir hezeyan nöbetinden sonra kendine gelince de; “Ey Clark’ın ve Newton’un Tanrısı, bana merhamet et!” diye haykırarak can vermiş: 1739…

Saunderson’un tüm bu sözleri, hayatın tüm sahalarını kuşatan –olması gereken– şeriat umdelerine ve bunun çağa yansımasını gerektiren bir dünya görüşüne sahib olmadığı için sadece kurnaz bir tebliğcilikten öte gidemeyen cahil bir papaz için ne ifâde ederdi? Koca bir hiç!.. O, Saunderson’un konuşmasının bir yerinde oldukça içten ve dokunaklı bir sesle dile getirdiği;

— “Bana iyice bakın bay Holmes, gözlerim yok. Sizin bu organa sahib olmanız, benimse ondan yoksun olmam için acaba siz ve ben ne yaptık Tanrı’ya karşı?”

Sözlerine karşı oradakilerle beraber hüzünlenerek acı gözyaşları dökmekten başka bir mecal bulamayacaktı. Vaaz kürsülerinde kuru kuruya “Tanrı’nın imtihanı”, “öbür dünyanın mükâfatları” gibi cebinde hazır bulundurduğu klişeleri muhatab olduğu onca sözün neresine bağlayacağının da mahcubuydu zaten…

Yeri geldiği için burada kalemimize geldiği kadarıyla birkaç çizgiyi çekmekten kendimizi alamayacağız.

Gerçek bir Müslümanın, diyalektiklerin çelmesini aşarak tam da imanın zevkine ereceği bu noktaya nisbetle, Profesör’ün kuru mantık çelişkilerinde boğularak nasıl şeytanî bir yakınmaya düştüğünü görüyoruz.

Eğer bu adam hakikatin hakikatine nisbetle bir “şahsiyet” olmuş olsaydı yaşadığı talihsizliğin, kendinde, aslı kendine bağlayan teferruat hâlinde aslın görünmesine vesile olan bir araz olduğunu da görmesi gerekirdi.

Her şey zıddıyla kaim ve aslın görünebilmesi de zıddı olan arazla mümkün.

Ve İlahî ibdadaki tekamül, zıtların birbirlerine olan mukavemetlerine mevzu. Bir uçurtma bile, rüzgarın zıt mukavemeti üzerinden yükselir.

Profesör’ün hayat hikâyesini incelerken gördük ki, gözlerinin kör oluşu onu kamçılamış, bilerek veya bilmeyerek her insanda bulunan kendini aşma gayesinin ne olduğunu en acı ve en mücerred çıplaklığıyla yaşayarak oluş zorluğunu kendine sıçrama tahtası yapmış, mücerred olduğu kadar bir de üstelik müşahhas yönden de “kendini karanlıklarda arayan adam” keyfiyetiyle keşif sahibi bir bilim adamı olma sıfatına ermiştir.

İşte tam da burada bir bilim adamı olarak “bilgi”nin bilinmeze nisbetle “bilinmezden devşirilen” bir hisse olarak var olduğunu ve muhal farz “bilinmeyen” topyekûn akılla kuşatılmış olsaydı “bilgi” diye bir şey de olmayacağını idrak etmesi gerektiği gibi, yine onun gibi muhal farz aklî irade ile kuşatılmış bir kaderden de geriye yaşamanın lüzumuna dair bir gerekliliğin de kalmayacağını idrak ederek yaşadığı bütün arızî teferruatı aslına bağlayarak tevekkül göstereceği yerde asılla bağını kuramadığı arızî teferruattaki birbirini aşan değil, birbirini tüketen bir çelişkiler yumağında boğulmuş, bu yüzden de ucuz bir mantık oyununun çelmesine takılarak kendini orada mahkûm etmiştir.

Hâlbuki varoluşunu sorgulayan bir insanın ızdırabı ona mahkûmiyeti değil, hürriyeti getirmesi gerekirdi.

“Şahsiyet” olmak da, sadece kuru akılda kalıcı bir sorgulayıcılığın değil, tüm bunları hakikatin hakikatine bağlayıcılığın ızdırabını çekmektir.

Bu yoldaki bir İNSAN tıpkı kendi aksiyonunu üretircesine kendi ızdırabını ürettiği gibi, Allah’ın Celâl sıfatıyla kendine bahşettiği acıları, talihsizlikleri, zorlukları da bir fırsat ganimeti olarak kendi gaye yoluna sürecektir.

Ve zaten Tevhid Sırrı da, keyfiyetleri Allah’a havale edici bir şuurla Mutlak Hakikat’i tenzih ederek kaderin tecellilerini hayret makamında zevketmek demek değil midir?

Geçmiş zamanda İNSAN olmanın Zirve Noktası’ndan hisse sahibi “kaderini yaşayan” bir sır erbabı, düşmanın eline esir düşüyor ve bedeni işkenceler altında her lime lime edilişinde “Bakalım bundan sonra Allah bana hangi acıyı tattıracak?” diyerek “hayret”inden bir ân bile kopamıyor. İlimlerin kapısı Hazret-i Ali buyuruyor:

— “Dileklerimin tahakkuk etmeyişinden, isteklerimin gerçekleşmeyişinden bildim O’nu!”

Zaten “sır” da umulanın değil, umulmayan ve beklenmedik zuhurlara gebe bir “malûm meçhul” değil midir? Hiç, Mutlak Tevhid mümkün müdür?

Sır… Bilinen meçhul.

Sır… Bilinmeyen malûm.

Sır… Beklenen meçhul.

Sır… Beklenmeyen malûm.

Herakleitos:

—“Beklenmedik olanı beklemedikçe onu bulamayacaksın!”

Pekiyi sen, neyi beklemen gerektiğini bilmeden beklediğini buldun mu? Beklemek ne için? Neyi beklemek?

Herakleitos:

—“Aslında insanlar hiç ummadıkları ve geleceğine inanmadıkları ölümü beklerler.”

Bu doğru! Ancak “zıtların üstadı” olma iddiasındaki sen, geleceğine inandığın ve beklediğin ölümün de bir “bekleyen” olduğunu bilemedin. Bu da filozofun ölümüydü zaten. Bilmek ne için? Neyi bilmek?

O:

— “Eğer insanda ilim tamamen bulunup, bilgisizlik olmasaydı, insan yanar ve kalmazdı.

Binaenaleyh varlığın bekası, onunla, yâni bilgisizlikle mümkün olduğundan, bilgisizlik matlubdur.

Bilgi de, Allah’ı bilmeye vesile olduğu için istenir.

O hâlde her ikisi de birbirlerinin yardımcısıdır ve bütün zıt olan şeyler de böyledir.”(4)

İlmin malûma tâbi olduğu kader sırrı çerçevesindeki “ilk” ve “son”un, “önce” ve “sonra”nın birleştiği noktada gerçekleşmeden önce mümkün olma özelliğiyle “var” olan “bilinen”in ve “bulunan”ın arandığı bütün bilinenlerdeki bilinmezler mutlak mânâda biliniyor olsaydı o hâlde aramak niye? Sırlarla ve o sırların getirdiği sürprizlerle dolu şu âlemde herşey insanların umduğu, tahmin ettiği ve dilediği şekilde olsaydı o hâlde yaşamak niye?

Bilginin bilinmeze nisbetle var olduğu gibi her şey zıddıyla kaim ve mükellefiyetlere muhatab insandaki İlâhî ibdanın tuttuğu zorunlulukça kaim de olması gerektiğine göre elde ettiklerimize sevindiğimiz kadar da elde edemediklerimize de sevinmemiz gerekmez miydi acaba? Bunu bir his olarak yaşamak mümkün müdür?

Bilgi bilene var. Ya yaşamak?.. “Olumlu hadiselerle acılı hadiseler içinde beliren iki fazilet birbirine eştir ve birbirine üstünlüğü yoktur.

Acılı hadiselerdekitabiate aykırı gibi görünen şey, iyiliğin yaratılmasına neden olan şeydir” diyen Lucius Seneca ve “Dünyada iki trajedi vardır; istediğimiz şeyi elde edememek ve istediğimiz şeyi elde etmek” diyen Oscar Wilde, hakikatine bağlayamadan da olsa şuurunda olmadan bunları seziyorlardı belki de.

Ayrıca;

Bildiğimiz bir şeyin derinliklerinde yine bir bilinmezlik olduğuna göre demek ki bildiğimiz şey, bilmediğimize perdedir. Akıl gözümüze nisbetle bildiğimiz şey bile hakikatte bilmediğimiz-görmediğimiz; ruh gözümüze nisbetle ise “bilmediğimiz” şey bile aslında bildiğimiz-gördüğümüz şeydir. Görülmeyen şey hissedilmeyen, görülen şey ise ruhen hissedilendir. Hazret-i Ali buyuruyor:

— “Ben görmediğim Allah’a ibadet etmem!” (Allah’a görür gibi ibadet sırrı.)

Mecazî imanın hissedilmeyen, hakiki imanın ise hissedilen bir şey olmasından dolayı görülmeyen ve bilinmeyene yapılan ibadet de, Görülen ve Bilinen’e yapılan ibadete nazaran daha zor, daha mihnet vericidir.

Tıpkı kanıksadığımız vücut sağlığımızın hissetmediğimiz, ama hastalığın hissettiğimiz bir şey olup da, birincisinde şükretmeyi unutup, ikincisinde ise hemen duaya sarılmamız gibi. (Konfüçyus, “Tefekkür beynin hastalığıdır” der.) Ve tıpkı, nefs emniyeti ve kibir verici ezberde kalan ilmimizi nimetin şükrü hâlinde kendimize tatbik etmemizin zor, cehlimizin ve aczimizin farkına vardıran (kanımıza nüfuz etmiş) irfan kıvamındaki ilmimizin bize yaşattığı amelin ise kolay gelmesi gibi.

Bu tedai pencerelerinden “kadere rıza” mevzuuna baktığımızda ise şu gerçekle karşılaşırız:
Nimetin şükrü, musibetin sabrından zordur!

Çünkü birincisinde nefs Allah’la kul arasında perde olurken, ikincisinde ise nefsin payı olmayıp gayr-ı ihtiyarî bir kolaylıkta “yakınlığa” vesile olmuştur.

Gerek nimetin şükründe, gerekse musibetin sabrında “kadere rıza” kulun, kader ise Allah’ın hikmetidir.

Keyfiyetleri O’na havale edici bir şuurla Allah’ın hikmetinden sual olunmayacağı da bundandır.

Fikir yürüterek de olsa vardıklarımızın şükrü şuuruyla Allah bizlere ilmin hâmili olduğu kadar âmili olmayı da nasib etsin.

Bunları, Müslümanlıktan, dolayısıyla da “hikmet”ten nasibsiz oldukları için ne o Papaz bilebilirdi ne de o Profesör…

Fikirsiz ve kökü tahrif edilmiş Hristiyanlığın davet metodunun kofluğu karşısında; gücünü karşısındakinin acizliğinden alan ve bu acizliğinden haklılığına pay çıkaran inkâr edici kuru akıl metodu…

Tıpkı, en başından beri teorideki “davet” anlayışıyla muarızlarının hayat sahasına mahkûm olurken bunun tabiî sonucu olarak pratikte de güç sahalarının payandası hâline gelen (F. Gülen) camiası, ve onun karşısında da, Müslüman toplumlardaki böyle fikirsiz ve samimiyetsizleri kullanmayı çok iyi bilen sözde “yeni dünya düzeni”nin emperyalistleri gibi… “Karşısında”; lâfın gelişi. Artık yan yanalar.

Bu oluşum, ilk başlarda gayeli gibi görünse de, eşya ve hâdiseleri zaptedici bir dünya görüşünden mahrum olmanın ve buna sahib olanın davetine de bön bakıcı bir samimiyetsizliğin getirdiği, dünkü düşünce plânındaki “karşı olurken bile bilmeden karşısındakine hayatiyet sağlama”nın artık bugün “bizzat eyleme dökülmüş hâli” noktasına varmıştır.

Çınar tohumundan çınar, kaktüs tohumundan kaktüs yetişir.

Bu sonuç, temeli atılırken (göremeyen gözler için) göze görünmeyen birkaç santimlik bir yamukluğun, inşaat bittikten sonra en tepeden itibaren beş metrelik şakül kaymasını bünyesinde barındıran Piza Kulesi gibi bir mukadder oluş zorunluluğunun neticesini gösterir bir nevi.

Baştan yanlış iliklenmeye başlayan gömlek düğmelerinin, yanlışlığı son düğmede izhar etmesi misâli, “Bir ilmin doğru veya yanlışlığı, onun nihayetinde belli olur” diyen İBDA Mimarı, diğer yandan da sebeb-sonuç silsilesinin ötesinde “baş” ve “son”u tek noktada toplayıcı “Arifin gözü çehrededir; bir işin başından ve sonundan haberdar olur” sözüyle de, ilmin malûma tâbi oluşu tabiîliği içindeki “bütün”e vakıf olan için hangi istidadın nelere gebe olabileceğini bilmesinin de bir bedahet açıklığı belirttiğini anlatır. İşte Mütefekkir’in bundan tâ 25 sene önce sarfettiği, ama o kıskanç ve bön bakışlarca görmezden gelinmiş ifâdeleri:

— “Herkes bir şey yapıyor güyâ… Olunması gerekene âit en küçük bir imaj yok ki, ona doğru gidişte “herkes karınca kararınca çalışıyor” diyelim… Doğru yol üzerinde olunsa, Kâbe’ye giden karınca hikâyesi gibi hiç olmazsa o gaye ve o yolda gidiyorya, diyebiliriz… Ama, hem karınca ayaklarıyla, HEM DE VATİKAN’A DOĞRU YÜRÜNÜYORSA,herkes birşeyler yapıyor demenin sahte tesellisine sığınamayız…”(5)

Kendileri ateşe yürürken İBDA’ya sırıtanlar… Asıl kendilerini ademe mahkûm edenler…

Şimdi sorumuzu tekrar soralım:

“Neydiler, ne oldular?”

Soru yanlış aslında.

Neydiler ki ne olacaklardı?

Aslında farklı bir şey olmadılar. Hep öyleydiler ve öyle de devam ettiler…

Tüm bunlar, bu yapının o dönemde daha sürfe hâlindeki ilk emareleriydi. Bugün ise bu “karşı olunanı yaşatma” anlayışı, içte ve dışta samimi Müslüman oluşumlar aleyhine bilfiil ajanlık yapma, dolaylı-dolaysız ajan okulları kurma, el öpmeler, diyalog adı altındaki zımnî bağlılık törenleri, “otorite”ye mutlak itaat dikteleri şeklinde kemâle ermiştir sadece.

Bir anekdot:

(“Büyük Doğu-İBDA çizgisi, tâ 90’lı yılların başından beri ısrarla üzerinde durduğu, deşifre ettiği, “Amerika’nın içimizdeki ajanı” olan bu yapılanmayı ve bunun belirttiği potansiyel tehlikeyi ilk defa işaret eden ve dikkat çeken çizgi olmuştur.

Hatırlayın bu yapılanmanın ilk ortaya çıktığı dönemi;

Başörtüsü eylemlerine katılan Müslümanlara; “bunlar çarşaf giyen erkekler” diyerek dil uzatmış, eylemelerin etkisini kırmak için, “başörtüsü füruat” diyerek, Müslüman kızların başlarını açmasını buyurmuştu…

Hatırlayın;

Büyük Doğu-İBDA çizgisinde çıkan Karar Dergisi’nde, bu ajan yapılanmayla ilgili; “Hem Gülen Hem Güldüren” başlıklı yazı ilk çıktığında, sözde İslâmcı camianın gösterdiği saçma sapan tepkileri…

Bir gönüldaşımızın Gayrettepe işkencehânesindeyken canlı şahidi olduğu bir not:

— “Gözaltında bulunan bütün arkadaşlar istisnasız hepsi işkenceden geçiriliyor. Bu arada işkence esnasında ayağı mengenede sakatlanan bir arkadaş var.

Garib bir tevafuk eseri, biz gözaltında hücrelerde bulunduğumuz sırada, işkencecilerde bir telâş ve garib davranışlar; ortalık temizleniyor, çarşaflar yenileniyor, battaniyeler veriliyor; meğerse Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’nden bir heyet gelmiş, gözaltındaki kişilerle görüşecek; işkence yapılıyor mu, yapılmıyor mu?.. Hülâsa, mevzu uzun… Avrupalı parlamenterler geldiler.

Bizlerle görüştüler. Tabiî işkence bütün çıplaklığıyla anlatılıyor. Asıl bundan sonrası mühim; benimle bir işkenceci polis arasında geçen şu diyalog… Fethullahçı polis:

— “Bir müslüman bir müslümanı bir Avrupalı hristiyana şikâyet eder mi?”

Aaa… Adama bak sen… O kadar işkenceyi yapmış, suçüstü yakalanmış, bir de böyle diyor…

Aldığı cevab şu: “Bir müslüman bir müslümana bu işkenceleri yapar mı?” İşkenceci polisin verdiği cevab, bugün devletin bütün kurumlarına sızmış bu ajan yapılanmayı çok iyi tarif eder nitelikte, ne dese beğenirsiniz: “Kol kırılır yen içinde ….”

İşte bu ajan yapılanma ile daha “palazlanma” aşamasındayken muhatab olan ve taşıdığı potansiyel tehlikeye ısrarla ve inatla işaret eden çizgimiz dünden bugüne meydanda…”)
 
---> Katil Kim?

Ve birkaç vesaire:

“Amerika daha uzun bir zaman dünyanın kaderinde çok önemli bir rol oynayacaktır. Bu realite kabul edilmelidir.

Amerika göz ardı edilerek şurada burada bir iş yapılmaya kalkılmamalı. Amerika düzeninin bozulmasını istemez. Ve ben bunu çok yadırgamam.” (F. Gülen-23. 07. 1997 tarihli Yeni Yüzyıl Gazetesi’ndeki röportajından…)

“Kur’an-ı Kerim’in bazı âyetleri ve bazı hadis-i şerifler tarihi sürecini doldurduğu için bunlarla amel edilemez.

Kur’an-ı Kerim’in gelmesiyle yürürlükten kalkmış olan İncil ve Tevrat’ın hükümleri hâlâ geçerlidir.

Bugünkü İncillere ve Tevrata inanan Yahudi ve Hıristiyanlar da cennetliktir.

Ehl-i Kitap ile ilgili âyetler, hadisler tarihseldir, dolayısıyla bugünkü Yahudi ve Hıristiyanları değil o dönemin insanlarını bağlar.”(F. Gülen, Hoşgörü ve Diyalog İklimi, sh.155-156)

“Odessalı Hıristiyanların ise elbette rehberleri, din büyükleri vardır ve onlara söylenmesi gerekeni söylemektedirler.

Bir Müslüman, yani dinlerin temel birliğine inanan biri olarak, onların söylediklerinin, bir müslümanın söylediğinden ve söyleyeceğinden farklı olacağını düşünmüyorum.” (F.Gülen, Favorit, Nisan 2009)

“Evet, aynı kökten geldikleri, aynı temel esaslara sahib bulundukları, aynı kaynaktan beslendikleri halde, asırlarca rakip dinler olarak yaşamış bulunan İslâm, Hristiyanlık ve Mûsevîlik arasında başlayan, hattâ eski Hind ve Çin dinlerini de içine alacak şekilde gelişen diyalog teşebbüslerinin olumlu neticeler verdiği müşâhede olunmaktadır.”(F.Gülen, Zaman, 04 Ekim 2004)

“Kâfire kâfir demek mü’minin vazifesi değil. Kâfir demek insanın insanlığına saygısızlıktır.” (F.Gülen’le 11 Gün. sh. 87)

“Kur’an devamla ‘Allah’ı bırakıp da bazılarımız bazılarımıza rab edinmesin’ diyor. Dikkat edin bu mesajda “M……… Resulullah” yok.”(F. Gülen, Hoşgörü ve Diyalog İklimi, sh. 241)

“Kur’anî perspektifi esas alarak inanç bağlamında insanların kategorilerine bakalım önce. Genel anlamda Kur’an’a göre insanlar Müslüman, kâfir/müşrik ve ehl–i kitab olmak üzere üçe ayrılır. (…) Müslümanlar karşı tarafı ehli kitap olmasına rağmen kâfir diye adlandırmıştır. Bu yanlışlığı müdafaa edecek değilim.” (Ahmet Kurucan, Zaman, 15.5.04)

“Zaten dikkatlice bakıldığında görülecektir ki ehl-i kitabla temel noktalarda birlikteyiz. Daha meşhur ifadesiyle amentüde ittifakımız vardır.

Garib olan şudur ki ittifak ettiğimiz amentüyü öne geçirmiyor da ihtilaf ettiğimiz teferruatı ileri sürüp mutlak küfre karşı dayanışmamıza engel olarak görüyoruz.

Halbuki temelde ittifak varken teferruattaki ihtilaflara takılıp kalmak makul değildir. Üç dinden herhangi bir dine inanmak yeterlidir. Mühim olan Kelime_i Tevhid inancıdır.

Hz. M……..’i kabul ve tasdik etmek ise şart olmayıp bir kemal mertebesidir. Ehl-i Kitab ile Amentü’de ittifak halindeyiz.” (Ahmet Şahin, Zaman, 17. 4. 2000)

“İslâm’a göre inançsızlar ateistler ve putperestlerdir.

Allah’ın kendilerine Kitab verdiği Yahudiler ve Hıristiyanlar ise inançlıdır.” (İman Valeriya Porohova - DA diyalog Avrasya, sayı 21 – (F. Gülen)’in himayesindeki Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı bünyesinde bulunan KADİP tarafından Türkçe/Rusça olarak neşredilen DA Dergisi)

“Bütün insanların Müslüman olmaları dinin, Kur’ân’ın hedefi değildir.”(Hayrettin Karaman, Polemik Değil Diyalog, sh. 41)

“Müslümanların çoğu ‘Peygamberin, bütün din sâliklerini İslâm’a çağırdığına’ inanırlar (…) Peygamberimiz ‘Yahudiler mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor, ‘Hıristiyanlar mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor (…) Diyaloğun hedefi, tek bir dine varmak, dinleri teke indirgemek olmamalı (…) Kur’ân-ı Kerîm’de Ehl-i Kitab’la ilgili devamlı vurgulanan şey; Allah’a iman, âhirete iman ve amel-i salihdir. Kur’ân birçok âyette bunu söylüyor; yani ‘Peygambere iman edin’ demiyor.”(Hayrettin Karaman, Polemik Değil Diyalog, sh. 35-36-37)

“Bu arada şu var, hani korkulan şey, böyle dersek, böyle inanırsak ‘Hristiyan ve Musevi Müslüman olmaz’ deniyor, bundan endişe ediliyor.

-E olmazsa olmasın.

-Peki, ama Kur’ân bunları Müslüman olmaya davet ediyor.

-Acaba?” (Polemik Değil Diyalog, sh. 36)

(Mayıs 2004’de, Mardin’de icrâ edilen milletlerarası “Dinler ve Barış” sempozyumunda, çan ve ezân refâkatinde Rum, Ermeni ve Süryânî Patrikleriyle, Yahudi Hahamı’nın peşine takılıp, sembolik sırat köprüsünden geçilerek, haşr meydanına ve oradan da cennete girme merasiminin ardından):

“Mardin, Alon’un da bu utangaçlıkla söylediği gibi hepimize ‘Bu üç dinin üstünlük taslanmadan nasıl birbirleri ile bağlantılı iç içe geçmiş olduğunu gösterdi.

Yeter ki rasyonel ve pragmatik bir model olarak da önümüzde bulunan İbrahim’in ayak izlerini takib edelim; Mardin, Urfa, İstanbul, Roma, Kudüs ya da Mekke, aslında hepsi aynı izin peşinde…” (Eyüb Can, Zaman, 14.4.2000)

Diyalogçular, dostluktan da öte, diğer dinleri kendine yakın görmeği tasavvufta bir makam olarak telakki ediyorlar. Prof. Dr. Mehmet Aydın bunu bakınız nasıl ifade ediyor: “Bir sufinin, bütün dinleri birbirine yakın seviyede görmesi, zaten bu tevhid, vahdet makamıdır.” (II.Din Şurası tebliğ müzakereleri, sh. 342)

Eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu da aynı görüşte: Yaptığı açıklamada, ılımlı hoşgörülü İslâm anlayışında, Müslümanların, ‘İslâmlaştırma’, Hıristiyanların ‘Hıristiyanlaştırma’ politikalarını izlememelerinin gerekli olduğunu, söylemektedir.(3.4.2004 tarihli beyanatı.)

Avrupa Komisyonu’nun içişlerinden sorumlu, üyesi olan Franco Frattini, “Avrupai bir İslâm istiyoruz. Bu, imamların Avrupa ölçeğinde eğitilmesini gerektiriyor” isteğini 4 yıldır Diyanet’in yerine getirdiği ortaya çıktı.

Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, imamlara, Alman Katolik Rahib Felix Körner tarafından ders verildiğini açıkladı.

Bardakoğlu açıklamasında şunları söyledi: “Yabancı dil kursu mahiyetindeki 400 saatlik bu programda, AlmanKatolik Rahip Felix Körner sadece Almanya’daki Hristiyan dini ve hayır kurumları, aktüel Hristiyanlık ve din-devlet ilişkisi gibi konuları kapsayan bir seminer vermiştir.” (Milli Gazete, 8.8.2006)

“Semâvî dinlerin buluştuğu İstanbul’da, şehre mühürlerini vuran Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Musevilik.

Bu üç ayrı din nedir? Aynı kaynaktan beslenen, birbirine çok yakın ancak yaklaşımları farklı, ama ayrı pencereden aynı bahçeye açılan kalb ve inanç gözü değil midir?

İşte İstanbul bu farklılıkların tümünü yozlaştırmadan, incitmeden bütün görkemi ile bünyesinde buluşturan bir şehir. Camiler, kiliseler, sinagoglar bu potanın içinde özgürce yükselen inanç âbideleri.” (1453 isimli dergi)

“Bütün dinler buluşuyor, biz hepimiz kardeşiz.” (4. Türkçe Olimpiyat finali)

Vatikan’ın 1999 yılında yayınladığı; “Towards a pastoral approach to culture” adlı bir kitabta esas maksatlarını açıkça şöyle ifade etmekteler: “Bütün insanlar Hz. İsa’ya döndürülmeli, bütün insanlar vaftiz olarak Kilisede birleşmeli ve onun vücudu olan Kiliseye girmelidir. Yollar, usuller, metotlar değişir; ama hedef hiç değişmez: Bütün insanları Hıristiyanlık dinine sokmaktır nihaî maksadımız.”

R. Arnaldez, Ehli sünnet bir Müslümana diyaloğu kabul ettirmenin pratikte imkânsız olduğunu, bu inancın tahrib edilmesi gerektiğini söyledikten sonra, İslâmî esasları, nakil ile değil, akıl ile anlamayı bir metod hâline dönüştürmüş Vehhabî, Selefî anlayışının temsilcisi olan “Abduh ekolü”nün hâkim kılınması hâlinde, dinlerarası diyaloğun oldukça kolaylaşacağını ifade etmektedir. (R. Arnaldez: Contidions dun avee Islam)

Müslüman halkı Hıristiyanlaştırmak için faaliyet gösteren misyonerler, Ortadoğu’da büyük bir dirençle karşılaştılar. Bunu kırmak için, bu bölgede yaşayan Müslümanların, dini şuurunun yok edilmesi gerekiyordu.

Dinlerarası diyalog ile, Hıristiyanlığın da hak bir din olduğu, korkulacak bir şey olmadığı konusu işlenerek, Müslümanların Hıristiyanlara karşı olan husumetini kırmayı gaye edindiler.

Bunu sağlamak için de, “Benim dinim son dindir, diğerleri yanlıştır” inancından vazgeçirmeği prensib edindiler. Dinlerarası diyaloğun mimarlarından M.Watt, “Modern Dünyada İslâm Vahyi” adlı çalışmasında bunu açıkça yazmaktadır.

Watt’a göre diyaloğun şartı “Benim dinim son dindir” inancından vazgeçmektir: “Dinlerin karşılaştırılması, yani üstünlük ve aşağılık açısından herhangibir değerlendirmeye gitmemektir.

Objektif anlamda geçerli olmadığı için gerçek diyalog anlayışı, bu çeşit karşılaştırmalardan vazgeçmeyi icab ettirir. Taraflardan biri “Benim dinim son dindir” derse bu olmaz;çünkü buradaki “son” kelimesi diğer dinlerden üstün olma veya diğer dinleri geçersiz kılma anlamlarına gelir. Bunun için, benim dinim diğerlerinkinden daha üstündür inancının terk edilmesi gerekir.”

M.Watt’ın bu fikrinin, dini bilgilerde nakli yani vahyi esas olan “Ehli sünnet” inancına sahib Müslümanlara kabul ettirmenin mümkün olmayacağını bildikleri için de, Müslümanları Endülüs’te İbn Tufeyl
ve İbn Rüşd’ün temsil ettiği kuru akılcı bir “Felsefî İslâm’a” yönlendirmeye karar verdiler.

Watt’a göre, bu filozoflar, İslâm’ın dışında kalan dinleri, açıktan açığa tartışma konusu etmediler, onları da hak din kabul ettiler.

“İbrahimî dinler”, “üç büyük din” ve bu üç büyük dinin bütünlüğü anlayışlarının mimarı olan Louıs Massignon, “Onların (Müslümanların) millî ve mânevî değerlerini Batı medeniyeti potasında eriterek kendimize benzettik.

Artık hiçbir şeye tam inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler. Bundansonra siz misyonerlerin işi daha kolaylaştı. Maaş bağlayarak, vize vaadi, yurt dışında iş imkanı ile, hatta cinselliği kullanarak, müslümanları hristiyan yapınız” demektedir.

CIA’nın eski Teknoloji Daire Başkanı (2001- 2007 arası ABD istihbaratının çeşitli birimlerinde görev aldı) Eric Haseltin şöyle diyor:

-“Teröre karşı verdiğimiz, kökten dinci mücahidlerle savaştan bahsederken, ‘asimetrik bir savaş’ diyoruz.

Gerçekten asimetrik; onlarda fikir var bizde silâh. Biz fikirlere kurşun sıkıyoruz. Gel gör ki fikir dediğin şeye kurşun işlemiyor. Ve böylesi asimetrik bir savaşta bizde mühimmat yok.

Bir fikri ancak daha iyi bir fikirle yenebilirsiniz ve fikre karşı kurşun sıkmak da iyi bir fikir değil! (…) El Kaide özellikle gençler üzerinde çok etkili, İslâm’ın güzelliği ve gücüyle gençleri fethediyor, sonra da istediğini yaptırıyor. İslâm düşüncesi karşısında durabilecek hiçbir güç yok, muhteşem bir felsefi boyut içeriyor.

Tek bir çıkar yol var, İslâm’ın teröre alet edilmesinin İslâm’da yeri olmadığını Müslüman gençlere gösterebilmek. Bu amaçla esirler arasındaki bazı hocalara esir muamelesi yapılmadı ve ilahi bilimler uzmanlarıyla beraber Kur’an üzerine çalışmalar düzenlendi.

Bu ‘tefsir’ çalışmalarından sonra biz bu hocaları serbest bıraktık ve onlar Müslüman gençleri üzerinde ilahi mesajın nasıl algılanması hususunda vicdani düzeyde yapılan yaklaşımlarda fevkalade önemli farklılıklar yarattılar.” (Daha bir çokilginç tesbitin yer aldığı Haseltin’in konuşma videosuna, Google’a “Creative Intelligence New Yorker Eric Haseltine” yazarak ulaşabilirsiniz; 3. sırada çıkıyor.)

DİPNOTLAR:

3- Salih Mirzabeyoğlu, Necib Fazıl’la Başbaşa, İBDA Yayınları, shf. 118, shf.120.

4- Salih Mirzabeyoğlu, Kökler, İBDA Yayınları, shf. 97.

5- Salih Mirzabeyoğlu, Necib Fazıl’la Başbaşa, İBDA Yayınları, 2. Basım, 1989, shf. 209. (Vurgular bize aittir.)

Furkan Dergisi, Temmuz 2011, s. 40

Mustafa Âşık
 
---> Katil Kim?

Katil Kim -4-

RİSALE-İ NURLAR’DAKİ TAHRİFATLAR - MUHARREF NURCULUK


Bu oluşumun, “İslâmî bir sistem getirme” ve “İttihad-ı İslâm’ı tesis etme” gayesi bir yana, en azından insanlara baş nefret kutbu ve baş muhabbet kutbunun ne olması gereğini telkin ederek imanlarını muhafaza etmeleri yolunda hak ve bâtılın tefrikini gösterecekleri yerde bunun tam tersini yaparak hangi zihniyetin muhabbetini aşıladıklarını ve hangi gayeyi güttüklerini Risale-i Nurlardaki tahrifatlarından da anlayabiliriz.

Bir misâl:

Aşağıdaki bölümler Tenvir Neşriyat, Zehra Yayıncılık, Söz Basım Yayın ve Sözler Yayınevleri’nden yayınlanan Risalelerden (Emirdağ Lahikası 1. Cilt) alınan alıntılardır:

“… Hem Ankara’da divan-ı riyasetinde pek çok meb’uslar varken Mustafa Kemâl şiddetli bir hiddet ile divan-ı riyasetine girip, bana karşı bağırarak: “Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin.

Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilâf verdin.” Ben de onun hiddetine karşı dedim: “Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur!” Dehşetli bir put kırdım…”

Şu bölüm ise RNK Neşriyat (sayfa: 246), Şahdamar (sayfa: 234) ve Envar Yayınevleri’nden alınmış aynı bölümlerdir:

“Hem Ankara’da divan-ı riyasetinde pek çok meb’uslar varken Mustafa Kemâl şiddetli bir hiddet ile divan-ı riyasetine girip, bana karşı bağırarak: “Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin.

Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilâf verdin.” Ben de onun hiddetine karşı dedim: “Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur!” Dehşetli bir pot kırdım…”

Bu iki alıntıdan da görüyoruz ki, birinde “Dehşeti bir PUT kırdım” cümlesi “Dehşetli bir POT kırdım” şeklinde değiştirilmiş.

Yani birinde (orijinalinde) din düşmanlığı apaçık aşikâr olan bir şahsa atfedilen “put kırma” ifadesi, “pot kırma” ifadesine dönüştürülüp küfür karşısında her zaman haysiyetli bir şekilde dik duran Bediüzzaman Hazretlerine (küfür karşısında haysiyetsizce el etek öpüyormuş gibi) iftira atılmış.

İslâm’ı ve Bediüzzaman Hazretleri’ni böyle tahrif edilmiş kitablardan öğrenmeye çalışan yeni şuurlanmaya başlamış bir insanın imânî açıdan hangi sapmalara düşeceğini tahmin edebiliyor musunuz?

Risale-i Nur’lardan küfrün bam teline dokunan veya dokunur gibi olan bütün paragraf ve bölümler ya tamamen çıkarılarak veya üzerinde oynamalar yapılarak adeta Diyanet İşleri Kurumunun maaşlı bir imamına dikte ettirerek yazdırdığı sıradan bir vaaz kitabına döndürülmüştür.

Araştırmalarımızda buna benzer sayısız tahrifat ve olduğu gibi kaldırılmış bölümlere rastladık.

Ancak sırf bunları ortaya dökmek için bile değil ayrı bir makale, başlı başına bir kitab yazılması gerekeceği için “parça bütünün habercisidir” hikmetince akl-ı selim sahibine tek bir örneğin de yeteceğini umarak bu kadarıyla iktifa ediyoruz.
 
takipçi satın al
Uwell Elektronik Sigara
vozol 12000
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
Geri
Üst