ümit ile serbest düşünce

AVMDE NEDEN BAYANLAR
avm de yalnız dolaşan bayanın gerçek amacı
alışveriştir. tek başına ve süslü bir şekilde de gayet güzel para harcanabiliyor.
belki de yalnız değildir buluşma noktası olarak orayı seçmiştir . ahhhh bilinç altı ahhh hep b.ku istediğin tarafa çekiyorsun .
alışveriş etmektir.avm'de yalnız gezen kızlar aranır zihniyetındeki hanzolarla karsılasıp metin olmaya çalışıcaklardır ne de olsa ülkede hanzo boldur hanzo hareket engellenemez.

kafa dağıtmak için yapılır çoğu zaman.alışveriş bahanedir
alışveriş denilen hadise yalnız yapılmalıdır... o da onu yapıyordur... hayır 3-5 kız dolaşsa biri bir yerde durmak ister diğeri bir yerde durmak ister bir sürü zaman kaybı ve yorgunluk olur... üstelik istediği şeylere tam bakamaz ve hatta beğendiği bir şeyi başka bir arkadaşı da alır... bir erkekle gitse onu mutsuz etmemek için zaten hiç bir mağazaya gidemez... alışveriş için gereken tüm ortamı hazırlamış, deli gibi para harcamaya başlamak için can atıyordur... çok da eğlenir..
üzerinde bol miktarda nakit para taşıyan başka bir bayan görürse çantasını kapıp kaçarak herkesi şaşırtacak olan kadın tipidir. "aman dikkat"tir
AVM'LER KADINLARIN ALIŞVERİŞ, ERKEKLERİN GEZME MEKANI
Meder, AVM'lerin kullanım amacı konusunda cinsiyet değişkenine bağlı bir değerlendirme yapıldığında, erkeklerin yüzde 23,8'i gezmek, kadınların yüzde 34,1'inin alışveriş amacıyla AVM'leri tercih ettiğini belirterek, şu bilgileri verdi: "Dolayısıyla, AVM'lerde her ne kadar alışveriş ögesi ön plana çıksa da bireylerin AVM'leri tercihlerinde tek nedenin alışveriş olmadığı görülmektedir. AVM'lerin sürekli yinelenen stratejileri çerçevesinde özellikle son yıllarda insanların daha çok bu mekanlarda zaman geçirmeleri odaklı mekansal yapılanmalara öncelik veriyor. Herhangi bir ürün satın alınmasa bile insanların sadece vitrinlere bakarak zaman geçirmelerine olanak sağlıyor. Dolayısıyla AVM'ler günümüzde daha çok boş zamanları değerlendirmek için iyi bir eğlence mekanı imgesiyle insanların yaşamlarında yer alıyor. AVM'lere gidenlerin yüzde 38,7'sinin haftada birkaç kez, yüzde 33,3'ünün haftada bir kez, yüzde 13,3'ünün ayda bir kez, yüzde 8,3'ünün her gün ve yüzde 6'sının ise oldukça seyrek gittiğini tespit ettik."

Genel olarak, bir haftalık zaman dilimi bağlamında değerlendirildiğinde katılımcıların yüzde 80,3'ünün haftada bir ya da birkaç kez AVM'lerde bulunduklarını dile getiren Meder, "Kadınların ve erkeklerin AVM'lere gitme sıklığıyla bu mekanlarda ne kadar süre harcadıklarına bakıldığında yü zde 41,7'si 1-2 saat arası, yüzde 29,3'ü 2-3 saat arası, yüzde 13,7'si 3-4 saat arası, yüzde 8,3'ü 3-4 saat arası zaman harcıyor. AVM'lerde zaman geçirme konusunda cinsiyete göre bir farklılık olmadığını gördük. Kadınların yüzde 41,2'si haftada birkaç kez AVM'lere gittiklerini ve yüzde 35,3'ünün 2-3 saat harcadıklarını, erkeklerin yüzde 35,4'ünün haftada birkaç kez AVM'lere gittiklerini ve yüzde 53,1'inin 1-2 saat harcadıklarını söylediler" şeklinde konuştu.
 
Her Nerdeysen

Ayaklarımın altında tüm şehir, birkaç damla süzülüyor gökyüzünden. Kıyafetlerimi ıslatan yağmuru izliyorum donuk gözlerimle. Yüreğim bir kor, bir avuç su birikintisini bassam diyorum, sönse. Anlamıyorum, gittiğini bile bile nasıl yerle bir olmuyor bu şehir, nasıl yıkılmıyor ellerinin dokunduğu o duvarlar, nasıl esiyor hala tenini titreten o rüzgar.. Bu insanlar nasıl.. Nasıl dilemiyorlar hala seni Tanrı’dan? Neden ağlamıyor kimse feryat figan, neden özlemiyorlar seni? Günler mi geçmeli, aylar mı? Neden fısıldaşmıyorlar adını? İlla yerli yersiz bir selâ mı okunmalı, illa adın mı söylenmeli bir selânın sonunda? Benim yüreğime düşen korun ateşi neden yakmıyor kimseyi, neden?
Oysa eminim, şu yürüyen insanlardan birine elbet gülmüşsündür, şu köşedeki esnafa elbet selam vermişsindir bir sabah.. Kaldırımdaki o solmaya yüz tutmuş çiçeği sulamışsındır, bir kediyi kurtarmışsındır inemediği o ağaçtan. “Allah seni sahibine bağışlasın” diye dilekte bulunan o adamın karnını sen doyurmuşsundur, yere düşen birine elini uzatan ilk sen olmuşsundur. Söyle ama bana neden, neden uçuyor hala bu kuşlar, yahu ben neden nefes alıyorum hala?
Neden göstermiyor Tanrı adaletini, ölmek için çıktığım bu çatıda neden nefes alıyorum hala? Hangi günahımın borcu olarak biliyor bana lâyık gördüğü bu sensizliği? Yahu uyan! Bir kere acı bana, uyan! Güldürme dostu, düşmanı ardımızdan.. Kaç kadeh içmeliyim şu an yanımda olman için, söyle? Kaç kadeh, kaç kurşun eder.. Söyle!
Yahu gitme, bırakma beni.. Bir avuç toprağına mahkum etme. Ya da son kez değsin parmakların sırtıma, şu binanın çatısından sana kavuşayım.. Beni affet, sensiz olan saatleri geçirecek kadar bile yürekli olamadım.
Görüşürüz sevgilim, her nerdeysen hemen yanında beyaz giymiş olacağım..
YAZAR: Yaren Gece ÖZTÜRK
 
günün notu

Değişim ve kutuplaşma aynı süreçte işler.
Kutuplar birbirinin özünü karşıtında barındırır.
Her şey, hiçlikten doğar ve ardından kutuplaşma ile kendine yaşamsal alan açar.
Hiçbir şeyi, ne iyi olarak ne de kötü olarak ele almayın…
Aksine, tümüyle evrenin gerçekleri üzerine kurun ve evreni karşıtların dinamiği olarak hissedin…
Hissedin ki, yaşadığınız olumlu olumsuz tümcelerden öze varabilin.
Kendinize ulaşıp, aradığınız kişinin ulaşılmaz olduğu saçmalığından sıyrılıp yola devam edebilin.
Kimlerin, kimliklerin arasında boğulup kalmadan, sizi mutlu eden tek bir hecenin, tek bir cümlenin esiri olmanın peşine düşmeyin.
Yalnızlıktan şikayet ederken kalabalıkların anlamsızlığına dem vuran satırlar arasında boğulmayın.
Belki, siz bulunduğunuz yerde olmanın farkını şansını yaşamazken, sizin için önemsiz an için ölümü seçebilen insanların varlığından bihaber yaşarken, çektiğiniz resmin karesinde olamamanın ezikliği içinde kalan kalabalıkların saçmalığında, kızmayın artık kendinize….
Mutlak amaç kendinize kızıp hırpalamaksa spor yapın mesela… Kicksboks gibi…
Dayak yiyin, bedeniniz, ruhunuz dağılana kadar hemde…
Bir iki darbeyle rakipte sarsıntı yaratmanın mutluluğu yediğiniz dayağı bastırsın örneğin.
Hepsi bir tarafa, her şeye rağmen, sevin sevin sevin…
Fonda çalan müziğin sizi götürdüğü yılları,
Servis açan elemanın kurumsal hikayelerini,
Şefin tavsiyesi, eşsiz lezzeti,
Denizin sesini,
Uzaktan gelen rüzgar esintisini,
İllede manzara ve derinliği hissedin…
Mutlu YAZAR: Dr Gökhan Ürkmez
 
Kahrolası Alarmlar




Selim uyandığında vakit biraz geç olmuştu. İşe geç kalmak üzere olduğunu fark etti. Böyle çalışmak ona hep ilginç geliyordu aslında. Neden her sabah aynı saatte iş yerinde olmak ve akşam o iş yerinde kalmamız gereken saate kadar o sıkıcı ofiste bulunmak zorundaydık? Buna anlam verdiği gün aslında her şeyin çözüleceğini düşündü. Bir gün ben de kendi işimi kuracağım ve çalışanlarıma daha rahat imkânlar sağlayacağım dedi.
Bu düşünceler iyiydi, hoştu ama yetişmesi gereken bir işi vardı. Bugün yine yapılacak ne çok şey var diye düşündü. Üstelik dün yöneticisinden unutulmaz bir fırça yemişti. Yıl olmuş 2019 ve hala yönetici fırçası diye bir şey var! Demokrasinin ne olduğunu, y kuşağı ile çalışmanın bir takım kuralları bulunduğunu falan bilmez mi bu herifler?
Bırak Allah aşkına dedi yine kendi kendine. Bütün bunları düşünerek değiştiremezsin ki! Eğer bir şeyi değiştirmek istiyorsan şu alarm çaldığı zaman duymama sorununa odaklan. Belki onu değiştirebilirsin! Ülkeyi, şirketini sen mi kurtaracaksın?
Bu düşünceler içerisinde giyinmiş, hazırlanmış ve evden çıkmıştı. Şimdi sırada Metrobüs denilen zulüm aracı vardı. Normalde toplu taşıma araçları zulüm olmak için değil, vatandaşı bir yerden bir yere ulaştırmak için yapılırdı. Ama bu Metrobüs denilen melun neden böyleydi? O araca binerken sizi arkanızdan göğüsleri ile cama yapıştıran memeli teyzeler var ya… Tövbeler çekerek yürümeye devam etti Selim. Biraz sonra muhtemelen o memelerin yumuşak bir hamlesi ile cama yapışacak, kafasını çevirdiğinde ise memeli teyzelerin bütün yerleri kaptığına şahit olacaktı.
Milyar yıllık Dünya tarihinde böyle bir zamana denk gelmek ne büyük bir şans diye geçirdi içinden. Ne vardı sanki atlarla seyahat edilen dönemde yaşasaydı. Bu kadar zulüm olmayacaktı elbette. Atına atlayacak ve birkaç km mesafedeki iş yerine hemen ulaşacaktı. Böylelikle biraz daha geç uyanabilirdi.
Sahi ne olacak bu uyanma işi? O lanet alarm ne zaman çalıyor ki? Sanki paralel evrende bir şeyler oluyor ve bunun hiçbir zaman farkına varmıyordu Selim. Alarm çaldı mı, Selim kalkıp alarmı susturdu mu? Allah’ım bu sorulara ne zaman cevap bulacağım diye düşündü.
Ofise girer gitmez karşısında yöneticisini buldu. Yusyuvarlak suratlı, kare gözlüklü, saçları geriye doğru ıslak bir jöle ile yatırılmış; çirkin suratlı herif karşısına dikilmişti. Ne var yahu diye baktı Selim. Alt tarafı yarım saat geç kaldım. Bu yarım saatte şirketi kara geçirecek, satış rekorları kırdıracak, ödüllere kavuşturacak hamleler yapmayacaktı ki Selim. Zaten masasına geçip kahvaltı yapacaktı. Neyse günlük fırçamı yiyeyim de belki gün içerisinde başka bir konudan dolayı fırça atmaz. Günün geri kalanı sağlıklı geçer diye düşündü.
Kapitalizmin en büyük icatlarından biri değil mi alarmlar? Uyan ve iş git mesajı vermiyor mu? Öğrencilere ne diyeceğiz peki? Okullar da zaten kapitalist sisteme militan yetiştiren kurumlar değil mi? İnsan çalışmayacak olduktan sonra neden eğitime ihtiyaç duysun?
Selim yavaş yavaş komünist mi oluyor acaba? İçerisindeki bu isyan ruhu nereden geliyor? Neden bu kadar itiraz eder oldu her şeye? Toplum kendisini niye bu kadar geriyor? Bu ülkeye neler oluyor?
YAZAR: Mehmet Ortaç
 
Sabr-ı Zaman

Uzun zaman olmuştu. Unutup gittiğim, harika filmler arasında yeniden izleyip her sahnesinde “hayat ne garip” dedirten sahneler…
Benjamin Button’u izlerken, bu sahne belkide hayatın kısa özetini sunuyor bize.
Her ne yaşıyorsak yaşayalım, önceki sahnede yaşananları “eğer olmasaydı” diye açıklamaya çalışmalarımızı, ulaşabileceğimiz hiçbir akıllı son yokken geçmişi kurcalamalarımızın ne kadar ahmakça olduğunu…
Bizim hikayemizin neresinde, kim, nasıl, ne zaman, nerede dahil olacağını bilmeden, olmasaydılarla fikirdanlığımızı şişirmenin ne anlamı varki? İzlemek daha akıllıca bencede.
Kendinle baş başa olmak, boş kalmak boş olmak gibi, doğruları yada yanlışları önce kendinde bulmak arayışını tamamlamana yardımcı olacak gerçek anahtara sahip olmak gerekmiyor mu?
“Sütten çıkan bütün kaşıklar aktır. Önemli olan içinden çıktığı sütü ak bırakmaktır.” Olması gerekenin taa kendisi işte.
Hiçbir şey önceden iyiyken sonradan kötü olmaz.
Ama her kötü şey zamanla iyiye dönebilir.
“Bir köpek sizi zengin ya da yoksul olsanız da sever, aptal ya da akıllı olsanız da. Bunu size kaç insan söyleyebilir. “Marley And Me”
1900’lerden itibaren bir yandan mülkiyet konusundaki radikal fikirleri nedeniyle ailesiyle arası açılan, diğer yandan aydın Rus gençleri arasında giderek daha çok tanınan Tolstoy, bu iki durumsallıkta, derin bunalımını ve manevi yalnızlığını arttırarak, 7 Kasım 1910’da ailesini terk eder.
Yanına en küçük kızı ve doktorunu alıp yola çıkar.
Ancak birkaç gün sonra Astapovo tren istasyonunda zatürreden ölür.
Öldükten sonra bile cümlelerinin içinde ki akıldanlıkları ile kullanımı bu günlerde sosyal ağlarda gezmeye devam ediyor.
Günümüzde bunca yaşanmışlıklara rağmen, hala Tolstoy gibilerinin cümleleri ile kendimize yol hikayeleri çıkarmaya çalışmamız garip değil mi?
100 yıl önce düşündükleri bugün kendimize vereceğimiz ders cümlelerinin baş köşesinde oturuyor.
“Ne diye şeytana kızarsın? Bir iyilik yap da, o sana kızsın.”
“İnsanı bedenen ameliyat etmek için uyutmak, ruhen ameliyat etmek için ise uyandırmak gerekir.”
Uyanmak, farkına varmak be olup bittiğinin. Koşulsuz kabullenişlerin heyyulasında boğulmadan…
“Öyle horozlar vardır ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.”a inat ederek güneşin doğmasına neden olmadıklarını hatırlatmak.
“Hayat ne gideni geri getirir, ne de kaybettiğin zamanı geri çevirir. Ya yaşaman gerekenleri zamanında yaşayacaksın, ya da yaşamadım diye ağlamayacaksın.” Zamanı verimli kullanarak akıp gidenlere hayıflanmayacak kadar doyacaksın.
“Bozuk para insanın cebini deler, bozuk insan da kalbini. Bu yüzden harcayın ikisini de gitsin.” İnsanları sev evet ama senden fazla seversen başına gelebileceklerin farkında olmama ihtimaline karşı ayık kalmaya devam ederek.
Herkes insanlığın kötüye gittiğini kabul eder ama hiç kimse kendisinin kötüye gittiğini kabul etmez. Herkes insanlığı değiştirmeyi düşünür ama hiç kimse önce kendini değiştirmeyi düşünmez.” Kendinle başladığın her yolculuk durduğun istasyon ve tanıştığın insanlarla sana yolun kalitesini artırmak için verilmiş bir şans demeyi unutma.
“Varlığı bir şey kazandırmayan insanların, yokluğu hiçbir şey kaybettirmez.” Ve sakın boş insanlarla vaktini boşâ€™una harcama.
“En güçlü iki savaşçı sabır ve zamandır.” Zamanın sabrını yeşerten yanları ile büyümesine izin ver.
“Bir insan acı duyuyorsa canlıdır. Başkasının acısını duyuyorsa insandır.”
“Kendi mutluluğundan başka hedefi olmayan insan kötüdür.” Kötü insanlardan koşarak uzaklaş.
“Kimse, kimseyi küçümseyecek kadar büyük değildir, bilmelisin. Küçümsediğin her şey için gün gelir, önemsediğin bir bedel ödersin.” Bedel küçük dediğinden yediğin darbe ise kalkamayacağını unutma.
Sakın ama sakın; “Birine çamur atmadan önce iyi düşün ve sakın unutma; önce senin ellerin kirlenecek.”
Dedim ya zamanı ve sabrı iyi kullan diyor Tolstoy, kötü tecrübeler yaşayarak hayatı öğrenmeye çalışma. Hazır pişmişi varken kendini yorup yeni dersler çıkarmaya çalışma. “Başkalarının hayatından ders alın. İnsan, bütün hataları kendisi yapacak kadar uzun yaşamıyor.”
YAZAR: Dr Gökhan Ürkmez
 
Omuzlarım


YAZAR: Yaren Gece ÖZTÜRK

Bir günah gibi omuzlarımdasın, tam da bugün. Sana gelemem, senden bir adım öteye gidemem. Mıh gibi kazılıyken ismin aklımda, iç çekişlerimin sonunda bir başkasının adını zikredemem. Silkeleyemem kendimi senden ama sana bulanamam. Bir gece uyurken sen kokamam, bir sabaha açamam seninle gözlerimi. Seni özleyemem, seni bekleyemem, sana gel diyemem.. Çöküp hemen yamacına orda dinlenmek isterken, seninle birlikte birkaç derin nefes alamam. Soluklanamam sol omzunda bir ikindi vakti. Bir ikindinin sonunda güneşin batışını izleyemem seninle.
Tüm keşkelerim sende ruh bulmuş gibi bakarken gözlerimin içine vazgeçemem bu günahtan. Omuzlarıma bindirdiği yükten patlasa da göğüs kafesim, sana döneceğini sandığım her sokağın, her köşe başında yalpalasa da adımlarım, o sokakların hiçbirinde göremesem de seni.. Sırtımı dönemem içimde yarattığım o varlığına. Öyle güzelsin ki, öyle benimsin ki içimde bir yerlerde, inanmak istemiyorum bir düşten ibaret olduğuna. İnanmak istemiyorum, bu kadar benken, bu kadar yabancı oluşuna.
Anlatamıyorum kimselere seni, o iç çekişlerin sonunda fısıldarken adını gülüp geçmek daha kolay geliyor bazen. Delirdiğimi düşünüyorlar kimi zaman, anlam veremiyorlar yersiz kahkahalarıma. Oysa ben, hepsini anlıyorum, hepsini anlamlandırabiliyorum, içimdeki sen sayesinde, içimdeki sana rağmen. Hem hayat ağacım, hem uçurumumsun; köklerinden sarkıyorum bir deliliğin ortasına. Bir deliliğin ortasında günah gibi taşıyorum seni omuzlarımda
 
OKULDAN KACANLAR NERELERDE
okuldan kacan cocuklar genelde kafede alış veriş merkezlerinde solugu alıyorlar anneler ve babalarda cocugu okula gidiyor adam olacak diye varını yogunu cocukları için harcıyor
ÇOCUKLAR NEDEN 'OKULDAN KAÇAR?'
Ailelerin duyarsız yaklaşım içinde olmaları okuldan kaçmayı alışkanlık haline getirebilir. Okuldan kaçan çocuklarda, çocuğun okula gitmek istememesinin altında yatan şey daha çok okulu sevmemesi ya da ilişkisel problemler yaşamasıdır. Okula gitmediği için rahatsızlık duymazlar, saldırgan davranışlar gösterebilirler. Akademik başarıları düşüktür. Okulda birtakım disiplin sorunları yaşarlar. Davranış sorunları ve anti sosyal davranış örüntüleri vardır.

AİLENİN HABERİ BİLE OLMAZ
Çocuğun okula gitmediğinden ailenin genelde haberi olmaz. Okul çevresinde kendisi gibi okuldan kaçan ve davranış sorunları yaşayan çocuklarla vakit geçirme eğilimi içindedirler. Aile ilgi ve sevgi eksikliği sıklıkla görülür. Genellikle ebeveynlerinin çocuğun okula gitmesi için bir çabası yoktur. Bu yüzden çocuk okuldan kaçma davranışını alışkanlık haline getirebilirler.

OKULDAN KAÇMA OKUL REDDİ Mİ?
Okuldan kaçma ile okul reddi sık sık birbirine karıştırılır. Okul reddi olan çocuklarda bunun farklı nedenleri olabilir. Temelde okul fobisi kaynaklı okul reddinde çocuk okula gitmek istemez, okul zamanı geldiğinde kaygılanır, mutsuzluk, öfke patlamaları gibi duygusal yakınmalar ve karın ve baş ağrıları gibi bedensel şikayetler görülür. Sorun daha çok okul ortamından kaynaklanır ya da çocuğun okuldaki bireyler (öğretmen, akran, personel vs) ile yaşamış olduğu sorunlardır. Anne babadan ayrı kalmaya tahammülsüzdür. Okul dışında diğer alanlarda da ebeveynden ayrı kalınca kaygı duyumsar. Okul zamanını ebeveyni ile beraber geçirmek ister.

KARIŞTIRMAMAK GEREKİYOR
Aile çocuğun okula gitmediğini ve yaptığı devamsızlık gün sayısını bilir. Davranış sorunu genellikle görülmez. Mesleki hedefleri vardır, çalışkan bir öğrencidir. Ebeveynler sıklıkla çocuğun okul devamını sağlamak için teşvik edicidir.
yazan ümit urkmez
 
Kadın Beş Harften Öte


YAZAR: Yaren Gece ÖZTÜRK

Ben bir kadınım, beş harften öte. Bir zamanlar anneydim, bir zamanlar evlat… Bir zamanlar birileri sevdi beni. Belki okuduğun bir şiirdeydim, belki geçtiğin o sokakta, belki hiç bilmedin beni. Her şeyden önce bendim, kendim için vardım, kendim için var olacaktım. Hayallerim, hedeflerim vardı; saçlarını okşamak istediğim evlatlarım, beraber gülmek istediğim ailem, yapmak istediğim bir meslek, okumak istediğim bir kitap, var olmak istediğim bir hayat vardı. Artık yok!
Ben bir kadınım, beş harften öte. Beni biliyorsun, beni tanıyorsun. Doğduğun o gün benim kucağımdaydın, sana seslendiğim o gün “güzel kızım” diye saçlarımı okşadın; bana aşık oldun, bana şiirler yazdın… Haberin olmadan kanımın aktığı o kaldırıma ayak bastın, çığlıklarımın yankılandığı o sokakta kahkahalar attın! Kör bir kurşuna kurban gitmedim, karanlıkta değildim. Kafama dayanan o silahı, boğazımı parçalayan o bıçağı izledin; o sokak lambasının altındaki yardım çığlıklarımı dinledin ama duymadın ve görmedin.
Ben bir kadınım, beş harften öte. Annendim, sevgilindim, kızındım, dostundum… Etek giymiştim bir gece, alkollüydüm; davetkârdı dediler, iznim olmadan dokundular tenime, öldürdüler. Tüm bunlar yaşanırken çığlık çığlığaydım, sen beni duydun; içmeseymiş, giymeseymiş, gülmeseymiş dedin…Ölü bedenimi, ruhumu suçladın, zihniyetini akladın! Birini sevmiştim bir zamanlar, başımı gövdemden ayırdı, bir gitar kutusunun içine sıkıştırıp çöpe attı. Bir çöplüğün mezarım oluşunu izledin. Çıktın bir kürsüye aileme seslendin, sahip çıksaydınız kızınıza, dedin. Ölü bedenimi, ruhumu suçladın, zihniyetini akladın! Evime dönmek istedim bir akşam, dolmuştaydım. O gecenin sabahında kül olmuş bedenim verildi aileme. Yanışımı izledin, ailemin yüreğine kor gibi düşüşümü gördün. Sadece sustun. Ölü bedenimi, ruhumu suçladın, zihniyetini akladın! Patronumla birlikte bir plazadaydım o gece, o gece o plazanın bilmem kaçıncı katından aşağı atıldım, istediklerine karşılık vermedim diye. Ordan düşüşümü izledin, beni iten elleri gördün. O saatte orda ne işi varmış, kendisi de istiyormuş dedin. Ölü bedenimi, ruhumu suçladın, zihniyetini akladın!
Bana ne isim verirsen ver, kadın, bayan, karı, avrat.. Ben bir insanım, milyonlarca harften, milyonlarca ruhtan öte. Yaşamak benim en büyük hakkım, bana bir gün verip, geriye kalan her gün benden alamazsın. Çok üzgünüm, o rezil zihniyetini benim ölü bedenim üzerinden aklayamazsın!
 
Ben Değil Biz, Rakip Değil Takım Arkadaşı Olabilmek


YAZAR: Neslihan SALTALI


Ne kadar da yalnız ve bencil bir toplum olduğumuz eleştirisi ile sık sık karşılaşıyoruz bulunduğumuz ortamlarda. Hep eleştiren tarafta olduğumuza göre ben değilim, sen de değilsin, kim bu bencil insanlar, nereden ve nasıl yetişiyorlar????? Eğitimsel açıdan ne yapmalıyız.
Bireyin bilişsel, motor, dilsel, akademik birçok becerileri gibi sosyal ve duygusal becerilerinin de temeli okul öncesi dönemde atılır. Doğduğumuz andan itibaren beynimiz aslında insanlarla ilişki kurmak üzerine donanımlanmıştır. Yani insan beyni BEN’e değil BİZ’e programlı olarak dünyaya gelmektedir. Ancak bu tabii ki uygun iletişimsel becerilerin çocuğa kazandırılması ile mümkündür. Tıpkı her insanın doğuştan yüzme, koşma gibi yeteneklere sahip kaslarla dünyaya gelmesi ancak uygun eğitimsel ve çevresel desteği bulan insanların sporcu olabilmesi gibi aslında ilişkiler konusunda da başarının temelinde çocuğa olumlu davranış modellerinin sunulması, olumlu davranışların prova edilmesi ve tekrarlanması yatmaktadır. İnsan beyni ile ilgili son yıllarda yapılan nörobiyolojik araştırmalarda bunu destekler nitelikte bulgular sunmaktadır.
Şöyle ki araştırma sonuçları beyinde yer alan ayna nöronların insanın yakın çevresinde bulunan insanların davranışlarını, hatta duygularını yansıttığını göstermektedir.
Bunu şöyle somutlaştırabiliriz. Her çocuk doğduğu andan itibaren paylaşma, işbirliği gibi ilişkisel davranışları geliştirebilecek donanıma sahiptir ama hiç birisi kendi kendine “ben bu oyuncağı arkadaşımla paylaşırım”, “oynama sırası onun ben salıncaktan ineyim”, “bu konuda hata yaptım sen haklıydın” gibi yetişkinlerin onlardan beklediği davranışları sergilemez. Tam aksine oldukça da benmerkezcidirler. Sık sık ben, benim gibi ifadeleri kullanırlar. Biz diyebilmesi ancak etrafındaki insanların paylaşma gibi toplumsal davranışları modellemesi, bu davranışlara değer vermesi ve çocuğun ayna nöronlarına bu davranış modellerinin ulaşması ile mümkün olabilir.
Siz anne-baba ya da öğretmen vs. gibi bir yetişkin olarak çocuğunuzun sürekli hatalarını bulursanız, sürekli onu eleştirirseniz, her sınavından sonra ilk soru olarak ……. kaç aldı diye sorarsanız bu çocuktan ne kadar sosyal bir birey olmasını bekleyebilirsiniz????
Öncelikle kendinize bazı sorular sorarak işe başlamalısınız. “En son ne zaman hasta ziyaretine gittiniz?, “En son ne zaman bir komşunuza bir tas çorba verdiniz?”, “En son ne zaman hiçbir çıkarınız olmadan bir başkasına fedakarca yardım ettiniz?” sanırım sorulması gereken sorular bunlar.
Unutmayın ancak önce kendimizi düzeltirsek çocuklarımızı ve yarınlarımızı da sağlam bir biçimde inşa edebiliriz. Bu yüzden çok geç kalmadan ben değil biz, rakip değil takım arkadaşı olmayı öğrenmeli ve çocuklarımıza bu davranışları modellemeliyiz. Böylece kim olduğunu, nereden geldiğini bulamadığımız bencil uzaylıların (??????) bir virüs gibi toplum olarak bizi ele geçirmesini engelleyebiliriz.
 
CORONA VİRÜSÜNÜN GETİRDİKLERİ
Dostlar...Bu corona virüsüne biraz da farklı bir açıdan bakmak zamanı geldi gibi...İnsanoğlu olarak basit yaşamayı unuttuk...Tüm bu karmaşık evrenin altında aslında birkaç matematiksel yasa ve bir düzen var...Evren döngüleri dışına çıkan sistemleri çekiciler(attractor) aracılığı ile dengeye getiriyor...Bu, gezegen yörüngeleri için de geçerli, doğadaki hayvan popülasyonları için de...Herşeyi bırakın, vücudunuzun dengelerine bir bakın...
Evren, gelişmiş bilgisayarlarınız var diye, akıllı evleriniz, telefonlarınız var diye, kıtalar arası füzeler atabiliyorsunuz diye,sizi, diğer canlı formlarından ayrı bir yere koymaz...
Robotik cerrahiyle safra kesesi alırsınız, olağanüstü cerrahi yöntemler geliştirirsiniz, epidural anesteziyle ağrısız doğum yaptırırsınız, ve bunlarla büyük gurur duyarsınız, ayaklarınız yerden kesilir....Fakaaat, gün gelir insanlık tarihinin en eski sağlık sorunu tüm sisteminizi paramparça eder...
Starbucks’tan kahve içmeden kendine gelemeyenler...Tuzu dirsekten sektirip ekiyor diye 300 lira hesap ödeyenler...Kinoa tohumlu ekmek, argan yağı, çörek otu özü, ejder meyvesi peşinde koşanlar...Bir virüs gelir, hepimizi tarım toplumuna geçtiğimiz çağlara geri döndürür...Marketten un, bulgur, makarna yağmalarsınız...
3000 liralık parfümüyle caka satan bizler...Çare Eyüp Sabri Tuncer kolonyasıdır...
Gizli servisleriniz, bilgi birikiminiz, milimetrik hedef vuran silahlarınız vardır...Ülkeleri karıştırır, savaşlar çıkarır, dünyaya hükmettiğinizi sanırsınız, bir virüs gelir tüm ticaret ağınız çöker, petrol fiyatlarınız düşer, evinizden dışarı çıkamaz hale gelirsiniz...Sanal imparatorluğunuz başınıza yıkılır...
Milyarlık evlerimiz, yatlarımız vardır...Bir tsunamiye, depreme bakar...
Aslında evrenin tüm bilgeliği bir tohumun içinde gizli...Ve o tohum her baharda açıp gizi dışarı vuruyor...Tabii görebiliyorsak...
İnsan olarak farklı olmanın gereği, paylaşmaktır, sohbettir, affetmektir, sevgidir, saygıdır, doğayla uyumlu olmaktır...Yoksa o evren zaten bizi böyle hizaya getirir...
Sanırım insanoğlu olarak tekrardan basit yaşamayı öğrenmemiz gerekecek
alıntı
 
Bir Sokak Müzisyeni Hikayesi


YAZAR: Dr Gökhan Ürkmez

1916’da 19 yaşında genç bir delikanlı Erenköy’de yürümektedir.
Talimgah denilen yerde bir kalabalık fark eder. Kalabalığa yanaştıkça bir müzisyenin enstrümanından yükselen melodiyi duyar, yaklaşır.
Delikanlı, enstrümandan yükselen tınıya gözlerini kapatarak, huşu içinde bir süre zevkle dinleyerek eşlik eder. Gözlerini açıp da kalabalığın önüne ilerleyince, o cânım melodiyi çıkaranın, yere bağdaş kuran bir müzisyen olduğunu fark eder…
Müzisyen pistir, perişandır, berduştur.
Genç delikanlı evsiz diye düşündüğü bu adamcağıza acır gözlerle bakar.
Garipser de hani biraz…
Öyle ya böyle berduş bir adam nasıl olur da bu kadar güzel ezgiler çıkarabilir…
Delikanlı birkaç gün sonra aynı yol üzerinden geçerken görür o müzisyeni.
Her ne kadar giyim – kuşamından, küfürbaz halinden rahatsız olsa da acıdığı için o müzisyene “para vermek” ister.
Müzisyen işte, kendisine para vermeye yeltenen gence; “Haydi oğlum, git işine! Bak benim mataram rakı dolu. Vereceğin bu parayla git de akşama birkaç kadeh iç keyiflen. Benim paraya ihtiyacım yok” der.
Utanır birden genç.
Müzisyen devam eder; “Utanma! Utandıkça rahat yaşayamazsın.”
Kıyafetlerini göstererek “Görmüyor musun, ben kimseden utanıyor muyum!
Başkaları benim bu halimden utansın!”
Delikanlı neye uğradığını şaşırır.
Tokat gibidir adamcağızın lakırdıları…
Eve gider düşünür uzun uzun…
Acıdığı adamın kendisine böyle bir karşılık vereceğini hiç düşünmemiştir.
Aradan zaman geçer.
Delikanlı bu adamcağızı İstanbul’un münferit yerlerinde kah işkembecide, kah kuytu meyhanelerde, kah Yenicami arkasında, kah Çemberlitaşâ€™ta görür… Hatta bir arada Ali Emiri’nin Kütüphanesi’nden kitap okurken görmüştür ki şaşkınlığı katbekat artmıştır.
Delikanlı, edebiyata heveslidir, bir şiir karalar o müzisyen için…
Dönemin mecmualarının birinde; “Dehâyi Mensi” diğer bir deyişle “unutulan deha” ismiyle bu müzisyeni kaleme alır.
Sonra kulağına gider bu müzisyenin.
-“Kim yazdı bunu?” diye sorar soruşturur; sonunda bulur ve bu şiiri yazan gençle tanışmak ister.
Buluşurlar, o an müzisyen anlar ki vakti zamanında kendisine acıdığı için para vermek isteyen genç tam karşısındadır.
Şiiri pek beğendiğini, duygulandığını söyler. Akabinde bu delikanlı ile müzisyen arasında sıkı bir dostluk başlar.
Müzisyen son döneminde inzivaya çekilir, kimseyle görüşmez.
Üstü başı kirlidir ama “çevresindeki insanların ruhları daha kirli”.
Küser hayata, küser insanlara…
Çok değil, bir süre sonra da göçer gider bu dünyadan…
Delikanlı sevdiği bu müzisyenin öldüğünü duyunca çok üzülür.
Arkadaşı Fuad Şinasi bir kağıt verir delikanlıya…
-“Nedir bu?” diye sorar delikanlı.
Şinasi “Müzisyenin son şiiri” der.
Okur delikanlı;
“Artık yaşam için yetişir bunca kırgınlık,
Dinlenmek isterim ki kader yorgunuyum
Artık vücudu boş, gönlü boş, düşü boş,
Dünyada şimdi ben de bir fazla ağırlığım”
“Ölümün titrettiği elle kalemini kalbine birikmiş zehre batırıp yazdığı veda şiiri” olarak betimler bunu genç adam.
Aklına düşer işte o gün; acıdığı için para vermek istediği müzisyenin o yanıtı; “Utanma! Utandıkça rahat yaşayamazsın”
Bu mısra destur olur delikanlı için, hayatını ona göre yaşar.
Utanılacak işler yapmaz.
Büyük görev üstlenir ilerleyen senelerde.
Ama sonu da o müzisyen gibi olur.
Ha, ne mi olur?
Haksızlığa uğrar, yaptığı o büyük işlerden el çektirilir, memleket için açtığı okullar kapatılır.
O da inzivaya çekilir, çünkü çevresi pistir ve malum son…
O da göçer gider bu dünyadan.
“Müzisyen” diye anlattılan kişi Neyzen Tevfik’tir.
Ona acıdığı için para vermek isteyen delikanlı ise Köy Enstitüleri’nin açılmasını sağlayan, klasikleri dilimize çeviren, en uzun Milli Eğitim Bakanlığı yapmış “Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi” Hasan Ali Yücel’dir…
Bu hikaye bende ruhumda olduğu günden beri,
Asla hayatıma utanacak utanılacak işler kişiler almadım.
Hata yapmışım dediğim kimse olmadı buyur ettiğim.
Hiç kimse yanıltmadı beni.
Satar dediklerim sattı, kaçar dediklerim kaçtı, hep olur dediklerim oldu kaldı hayatımda.
Bu bir erdem mi, meziyetin ilahi kudreti, zekanın erişilmezliği mi dersiniz?
Ben hüsnü kabulüm deyip, hüsnüzan içinde davet ettiğim insanların yüreğine yüreğimin değmesi derim.
Suizanlarla dolu kirlettiğimiz dünyamızda kötülük baki değil kalıcı plan merhametin hüsnüzanla tecellisine ulaşmak derim.
Sevin derim, yaratılanı yaratandan ötürü…
Hoca Ahmet Yesevî, Hacı Bektaş Velî ve Yunus Emre gibi Allâh’a olan sevgilerinden aldıkları kuşatıcı enerjiyi, insanların birbirlerini sevmelerine verdiklerini çaba gibi gayret edelim derim.
“Dertsiz insan insan değil, bunu anlayın,
Aşksız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin,
Gönlünüzde aşk olmasa, bana ağlayın,
Ağlayanlara gerçek aşkımı hediye eyledim diyen Hoca Ahmet Yesevi gibi seyreyleyip gidin işte…
 
El Alemi Boş Verin, Siz İçinizden Gelen Sese Kulak Verin


YAZAR: Neslihan SALTALI

Olgunlaşmak insanın “nasıl görünüyorum” aşamasından “nasıl görüyorum” aşamasına geçişidir diyor Zülfü Livaneli. Tam da bu sözüyle insan yetiştirirken yaptığımız en büyük hataya dikkat çekiyor. Çünkü biz insan yetiştirirken nerede hata yapıyoruz bilemiyorum ama toplum olarak büyük bir çoğunluğumuzda el alem ne der takıntısı var. Bunu bu kadar takıntı haline getirirken asıl irdelememiz gereken kısmı kaçırıyoruz sanki. El alem kim??? Şimdi birlikte bakalım mı ne diyeceği önemli diye düşünülen el alem kim?
Başkalarını konuşacak kadar zamanı olduğuna göre öncelikle tembeldirler. Tembeldirler çünkü başkalarının ne yapıp ettiğini, ne yediğini, ne giydiğini, ne alıp sattığını, kiminle gezdiğini takip etmek zaman ister ve çalışkan insanların hep yapacak daha yararlı bir işleri olduğundan böyle bir zamanları hiç olmaz.
Kıskanç, öz güvensiz ve mutsuzlardır. Kendisi hakkında söyleyecek bir şeyi olmadığından (ya da o öyle düşündüğünden) başkalarını konuşuyordur.
Sizin için zannettiğiniz kadar önemli değildir ya da o size zannettiğiniz kadar değer vermiyordur. Çünkü sizi seven kişi nasıl göründüğünüzden bağımsız sizi sever ve kabul eder. Siz düşerken de kalkarken de yanınızdadır. İlk fırsatta gemiyi terk edip arkanızdan konuşmaz.
Üretemiyorlardır. İş üretemeyen adam laf üretirmiş.
Unutmayın insanların hayatları da kararları da kendilerini ilgilendirir. Boş verin ne derlerse desinler… Anın tadını çıkartın… Kendi doğrularınızı belirleyin, kendi kararlarınızı alın ve yaşayın. Hep doğru olmayabilir elbette kararlarınız o zaman da düşün kanayın. İnsan en çok hatalarından ve düşerken kanarken yaşadıklarından öğreniyor…. durmadan insanların hayatınızı yönlendirmelerine, sizin adınıza kararlar almalarına izin vermeyin…
Hayat kısa… Bir varmışsın bir yokmuşsun misali. Göçüp gideceğiz bu hayattan. Ben bu gemiden mutsuz inmek istemiyorum diyor ya Demet Akbağ, Nadide Hayat filminde. Bu dünyadan mutsuz ayrılmayın, kendi hayatınıza, insanların hayatına ufak dokunuşlar yapın. Arada içinizden delice bir şey yapmak geçiyorsa bence onu da yapın. Delilik aslında belki de korktuğunuz kadar kötü bir şey değildir. İnsanları da boş verin. Başkasını konuşmak, eleştirmek kolaydır. Bırakın konuşsunlar o zavallılar da öyle mutlu oluyorlar… hem birini mutlu etseniz öbürünü edemezsiniz boşuna yormayın kendinizi. Siz içinizden gelen sese kulak verin. Eğer kalbinizi dikkatle anlayarak dinleyebilirseniz o sizi mutlaka doğru yere götürecektir.
Ne diyor İsmet Özel:
“Ne derler diye kahrolası bir put vardır”.
Benden size dostça bir tavsiye yıkın içinizdeki o putları…
 
Sen’i Ara
“Neyi arıyorsan sen, O’sundur” Hz.Mevlana.


YAZAR: Dr Gökhan Ürkmez

Efsaneleri sevmek gibi bir zorunluluğumuz yok kuşkusuz.
Anlatılanlar size çok yabancı, çok mucizevi gelebilir ve gerçeklikten uzak oluşuna takılıp umursamayabilirsiniz.
Ama ben seviyorum işte efsaneleri…
Okumayı, zihnimde canlandırmayı ve günümüzde ki modellerle birleştirmeyi.
Bu yüzden belki herkes için “umudun tükendiği yerde bir şans vardır” diyerek, çabalamaya çalışmayı seçiyorum, çabalamayı seviyorum.
Mitoloji iyidir bence.
Mistik tatlar her zaman işe yarar.
En umutsuz olduğunuz anlarda mitolojiye dalıp gidin, ritüeller yaratın kendinize ve baş etmeye çalıştığınız ne varsa bir yolunu mutlaka buluverdiğinizi görün.
Sıkça hayal kurun mesela.
Çocukken okuduğunuz dinlediğiniz masalları hatırlayın.
Babamın bana, ilk okuduğu Masal değildi belki ama aklımda kalan tek masal oldu Zümrüdü Anka Kuşu.
“Kocaman kanatlı güçlü bir kuşâ€.
Türk mitolojisinde ki karşılığı “Tuğrul kuşu”
Girdiği her savaştan zaferle çıkan başarılı bir savaşçı.
Zihnimde kalan bunlardı Zümrüdü Anka ile ilgili.
Ve büyüdüm.
Ya da büyüdüm zannettiğim zamanların birinde, yeniden hatırladım bu masalı.
Aklıma neden geldi, ne zaman geldi, nereye götürecekti beni? Bilmiyorum ama Zümrüdü Anka, yeniden zihnimin içinde kanat çırparak gezinmeye başladı.
Zümrüdü Anka kuşunun birçok efsanesi var bilenleriniz vardır.
Ama en beni ben yapan ya da kendimi efsaneye kaptırıp ders çıkarabildiğim efsane okumak isterseniz…
Kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı’nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş.
Kuşlar Simurg’a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş.
Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg’u bekler dururlarmış.
Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.
Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuş.
Simurg’un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg’un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.
Ancak Simurg’un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı’nın tepesindeymiş.
Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş.
Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar.
Yorulanlar ve düşenler olmuş.
Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp;
Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş(oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış);
Kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış;
Baykuş yıkıntılarını özlemiş, Balıkçıl kuşu bataklığını…
Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış.
Nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi;
“Şaşkınlık” ve sonuncusu Yedinci Vadi;
“Yokoluşâ€ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş.
Kaf Dağı’na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.
Simurg’un yuvasını bulunca ögrenmişler ki;
“SİMURG ANKA – Otuz Kuşâ€ demekmiş.
Onların hepsi Simurg’muş.
Her biri de Simurg’muş.
Simurg Anka’yı beklemekten vazgeçerek,
Şaşkınlık ve yokoluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek,
Kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça,
Her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda,
Tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız.
Şimdi kendi gökyüzünde uçmak zamanıdır.
Bir efsane bu kadar güzel olabilir mi ve her efsaneden bir ders bu kadar güzel çıkarılabilir mi?
Körü körüne bağlanmadan
Düşünen, kendini geliştiren
Kendine ve başaracağına inanan
Birlikte hareket edilmesi gerektiğini bilen
Dedikodu yapmayan ve en önemlisi
Ego’sunu eğiten Simurg-Anka olmayı başarabilirmiş.
2019’u uğurlarken içimizde bıraktığımız olmazları, olumsuz yanları, anlamsız ve sessiz sedasız yanımızda sandıklarımızı atıp,
2020’de yepyeni, Bilgi ve Donatılmış tecrübemizle yaşama devam edelim.
Sevgiler yüreği güzel, aklı sarih insanlar…
 
Bugün Öldürdüm Seni


YAZAR: Yaren Gece ÖZTÜRK

Bugün öldürdüm seni, bugün selân yankılandı sokaklarda. Kimse duymadı, ben duydum. Bugün öldürdüm seni, tenine yakıştıramadığım o toprağı serptim üzerine. Üzgünüm, bu defa çok yakıştırdım tenine. Bugün öldürdüm seni, nefretinle kal, nefretinle ölme sevgilim, derdim. Nefretinle öldün. Annen, baban, yanında bilmem kaç sabaha uyandığın o kadın… Kimse ağlamadı. Kimse yoktu cenazende. Ben vardım, ağlamadım. Anladım ki sana ağlamaya mecalim kalmamıştı.
Bugün öldürdüm seni ama katilin ben değildim. Haklıydın, sen benden hep bir adım öndeydin. Bugün öldürdüm seni ama katil sendin. Sana beyaz yakışmaz diye düşünürdüm, yokluğunla sabahı zor ettiğim o gecelerde. Sevgili Sevgilim, beyaz çok yakıştı tenine.
Bugün öldürdüm seni, bundan seneler önce ölmüştüm. Şu hayat denilen şeyde bir kere farkımız kalmasın istedim. Bir kere beni anladığını hissetmek istedim. Bugün öldürdüm seni, artık nefes alabilmek için. Haram olmayacak birkaç uykuya dalmak için.
Bugün öldürdüm seni, bugünden sonra yaşayabilmek için.
 
Tüm Kötülükler Geçecek


YAZAR: Yaren Gece ÖZTÜRK

Üzgünüm çocuk, unutmak gerekir bazen, kaybetmemek için. Kaybetmemek için benliğini, vazgeçmek gerekir bazen. Sana kalem tutturan o gözlerden, uykularını dağıtan o seslerden, geceni aydınlatan o gülüşlerden, gününü gece yapan o kirpiklerden.. Şehrin bir sokağından asla geçmemen gerekir, bir parkta asla soluklanmaman. O banka asla oturmaman, o çöp kokan dar ara sokağın, o çöp kokusunu unutman.
Üzgünüm çocuk, bir ihtimaldir her zaman yaşamak, ihtilallerin ortasında alabildiğin nefes kadar. Bir cadde kadar yakınken huzurun, huzursuzluğunda yakındır bir o kadar. Bir zamanlar ona doğru giden adımların, bir zamandan sonra geriye doğru gitmeye başlar. Doğduğun o evi seneler önce terk ettiğin gibi, onunla tekrar doğduğun o evi de terk edersin. O köşeden bir daha asla dönmez, o esnafa bir daha asla selam vermezsin.
Üzgünüm çocuk, tüm kötülükler geçecek, sen ve ben kalacağız dersin; tüm kötülükler geçer sadece sen kalırsın geriye.
 
Yeter Artık Siz Kimsiniz!!!




Gün geçmiyor ki bir kadının öldürüldüğü, tecavüze uğradığı, şiddete maruz kaldığı haberiyle gözümüzü açmayalım. Kendimiz için korkmaktan, kızlarımız için korkmaktan, analarımız-bacılarımız-arkadaşlarımız için korkmaktan, üzülmekten yorulduk.
Kendisini kadının sahibi gören, kadın üzerinde her konuda hak sahibi görenler size soruyorum?????
Bırakın artık yakamızı…. Çocukken babasının, abisinin ya da kendisinden küçük olsa da fark etmez erkek kardeşinin, oda yoksa amcasının, dayısının, evlenince tapulu malı olduğu kocasının namusunu beklemesi gereken bir varlık mıdır kadın????
Saçını kapatsa size dokunuyor, açsa size dokunuyor, boyatsa size dokunuyor, kazıtsa size dokunuyor nedir sizi bu kadar cüretkâr yapan?????
Pantolon giyse dar mı kontrol etmek size düşüyor, etek giyse elinizde metre boyunu ölçmek sizin işiniz? Siz kimsiniz?
Evden dışarı çıkmalı mı? Çalışmalı mı? Tek başına araç kullanmalı mı? Hangi işleri yapabilir? Para kazanabilir mi? Bir erkekle konuşabilir mi? Konuşursa maazallah namusunu kaybeder mi?
Ne zaman evlenmeli? Kiminle evlenmeli? Ne zaman çocuk yapmalı? Olmuyorsa ne yapmalı?
Gelinlikle çıkıp kefenle girebilmek üzere baba evinden gönderildiğini ve maazallah dul kalırsa namus probleminin ikiye katlayacağını unutmayıp kocası sövse de, dövse de, aldatıp onurunu kırsa da oturup beklemeli mi?
Evlenmeden babasının (???) evinde, evlenince kocasının (???) evinde ağzını açıp herhangi bir konuda fikir beyan edebilir mi?
Akşam yemeği on dakika geç masaya geldi diye, üzerine kuma gelmesini kabul etmedi diye, kocasıyla aynı partiye oy vermedi diye dayak yiyebilir mi mesela???
Ne yapmaya çalışıyorsunuz?????
Öldükten sonra bile kadınları rahat bırakmayacak, ölüsünün bile arkasından konuşabilecek kadar sapıtanlar var aranızda…..
SİZ KİMSİNİZ? Kendinizi ne zannediyorsunuz?
Bu sapkın fikirlerin sahibi sadece erkekler sanmayın. Topluma karışıp biraz gözlem yaparsanız birçok kadının da yukarıdaki sapkın fikirleri desteklediğini görebilirsiniz. Kadının yanında değil karşısında yer almayı seçen diğer kadınlar siz de kimsiniz? Sizi hiç tanımıyor, anlamıyorum.
Size rağmen biz buradayız, size rağmen yaşamaya, hayatımızla ilgili kendi kararlarımızı almaya devam edeceğiz. Biz kimsenin malı değiliz… Bizi korkutamayacak, yıldıramayacaksınız? Biz çoğaldıkça, biz sesimizi duyurdukça, kendimizi yetiştirip biz de varız demeye devam ettikçe siz azalacak yok olacaksınız?
 
İsyan


YAZAR: Eda ERDOĞAN

Sadece sevmek yeterli miydi kendine bağlamak için bir insanı. Gözlerine bakarken için eridiğinde, ağız dolusu konuşmak isterken tek tek döküldüğünde cümleler ağzından sözcüklere dökemesen de yeterli değil miydi yani sevgim. İçimde volkanlar patlarken, omuzuna başımı koymak aynı sessizlikte boğulmak, yanındayken çocuklaşmak doyurmaz mıydı onu. Bütün hayatını ayaklarının altına sermek isterken belki bir bakışla belki bir dokunuşla anlatmak varken illa sözcüklere mi dökülmeliydi aşk. Başka bir şehre gittiğinde aynı gökyüzü altında olduğu bilmek bile sevindirirken, arkasından bildiğin tüm duaları okumak; gözleri aklına geldiğinde unutup aynı duayı başa almak ve sağ salim ona kavuşmayı dilemek, mesafelere aldırmadan onsuzluğa alışıp yine de onu sevmek yormaz mıydı insanı. Kapanmayan yaralar açmaz mıydı ruhunda. Aynı yaraya tuz basmaz mıydı seni istemiyorum sevmiyorum diyerek terkedilişler. Buz kesen bakışlar; keşkelerle acabalarla başbaşa bırakmaz mıydı bizi. Gökyüzünü kara bulutlar sarmaz mıydı.
Kara bulutların ardından güneş yeniden çıktığında, bahçende çiçekler yeşerdiğinde tüm umudunu bağlamaz mı insan birisine. Sil baştan yaşamak değil midir aslında aşk. Ta ki onu bulana kadar.
Gözlerinde ağladığın, gözlerinde güldüğün aynı ufka dalan bir insan değil mi hayalimiz. Kalbimize dokunsun istemez miyiz hep. Fazlası zarar azı karar diye aşırıya gitmekten kaçınmaz mıyız.
Ne çok hapsederiz kendimizi kapalı kapılar ardına. Anahtarı ise dipsiz kuyularda, isyana teşviktir sonuçta.
Yosun bağlamaz mıyız aynı duvarlara vura vura, hep bir terkediliş ülkesiyiz aslında
 
Her Gidiş Bir Vazgeçiştir


YAZAR: Eda ERDOĞAN

Yollar bırakarak ardımda geldim sana. Herkesten her şeyden vazgeçercesine. Öyle büyüttüm ki içimde seni, farklı sandım. Gözlerimin içine bakınca tüm yorgunluğum geçer sandım. Sonrası ne mi; derin bir sessizlik. Seni de sessizliğime gömdüm. İçimi kanatan kelimeler boğazımda düğümlendide ağzımı açarsam kırar dökerim diye korktum. Bana düşense kırgınlıklar oldu. Benim tanıdığım adam sen olamazdın. Sahi tanıyor muydum seni? Bu kadar büyütmüş olamazdım hayal dünyamda seni, istediğim normlara sokmuş olamazdım. Gözlerime bu kadar güzel bakan, yüreği koca bir çocuk olan adam bu kadar yapay olamazdı hayata karşı. Elini uzatsa hayatımı önüne dökmeye hazırdım oysa. Heyecandan terleyen ellerimi, titreyen dizlerimi ve seneler sonra kuş kanadında saklı kalbimi hesaba bile katmıyorum. Kanatlarım kırıldı. Geriye günlerdir toparlayamadığım hüzün kaldı, yerini dolduramadığım boşluklar.
Bu da gelir bu da geçer de yakışmadı be şampiyon. Bir yerlerde bir zaman diliminde, uzak şehirlerde kalbimin bir odacığına gömdüm seni, ardı arkası kesilmeyen şerefine kalkan kadehlerle.
O zaman ne diyelim biliyor musun? Vazgeçişime şampiyon, vazgeçişime…
 
İçimi saran karanlığım…
Bir parçanı bırakıyorum geçtiğim sokaklara, hafifletmek için sancılarımı. Artık çok içmiyorum, korkmuyorum canımı acıtacak sözlerden, yüzlerden… Besliyorum seni, kurban ederek aydınlığımı üç kuruş etmeyecek ruhlara.
Kaçmıyorum artık köşe bucak, seni en zifiri noktalarına yayıyorum ruhumun. Savaşıyorum seninle, sevişmiyorum! Tenine susadığım o geceleri sabaha kavuşturuyorum.
Uyanmıyorum yanında bir sabaha, ikincisine, üçüncüsüne… O parkın havası açmıyor artık beni, o köşeye baktığımda seni görmüyorum.
İçimi saran karanlığım…
İnanmıyorsun ama senden nefret dahi etmiyorum. Hiç vâr olmamışsın gibi değil, hiç “hiç” olmamışsın gibi yaşıyorum artık. Sakallarında değil de taştan bir duvarda gezinmiş sanki parmaklarım. O duvar, çöp kokan dar bir ara sokakta değil, bu şehrin herhangi bir semtindeymiş gibi. Bana hep inanmışsın ama ben inanmandan bıkmışım gibi.
İçimi saran karanlığım…
Üzgünüm, alt edemeyeceksin beni. Canımı acıtamayacaksın, sana yazdığım hiçbir satırda akmayacak gözyaşlarım. Ben seninle yaşamaya alışmış, hemen ardından yokluğunu kabullenmiş ve bir sabah senden vazgeçmiş o kadınım. Yüzünü görmesem de olur, sesini duymasam da. Ve sen de çok iyi biliyorsun, gelsen de yanmaz artık sigaram, gitsen de. Kendini kandırmayı bırak ve bir kere inan sözlerime;
Ne olur gelme.
 
Küçük Bedenim


YAZAR: Yaren Gece ÖZTÜRK

Sanıyorum ki, küçük bedenim ağır geldi omuzlarına. Sanıyorum ki, o küçük dünyanda beni sığdıracak bir yer bulamadı ellerin. Sanıyorum ki, çok çabaladın beni sevmek için; yorgun düştün, pes ettin. Kabullenmek istemiyorum beni sevmediğini. Artık omuzlarım yukarıda, başım dik yürümek istemiyorum bu yolları. Sırtımdaki o kamburu saklamak istemiyorum. Kahkahalarımın arkasına saklandığım günlerin gecesinde kendimi hayalinin dizlerinde bulmak istemiyorum…
Baba, ben çok yoruldum. Çok gücendim. Artık güçlüyüm nâraları atmak istemiyorum. Kırk sene gibi yaşadığım şu yirmi senenin, bir gününe dahi uyanmak istemiyorum. Çek kurtar beni şu hançerlerden, bir kere olsun sıvazla sırtımı. Yalan da olsa burdayım de, yalan da olsa beni sevdiğinden bahset bir gece. Bir masal anlat bana, bilmiyorsan masallar uydur. Kırmızı Başlıklı Kız, Pamuk Prenses’i ziyaret etsin, büyükannesini değil; prens ayakkabıyı Kibritçi Kız’a giydirsin, Kül Kedisi’ne değil… Yeter ki duyayım sesini bir gece, kapatmadan gözlerimi. Yeter ki kokun doldursun ciğerlerimi.
Hatrımda kalan kadarıyla, sigara-çay karışık kokardı nefesin; her sabah traşlar sakallarını, güzel bir koku sürünürdün tenine. Gömleğin ütülenmemiş de olsa bayağı fiyakalı dururdu üstünde. Kalem tutmaktan kararırdı ellerin, gözlerin yorgun düşerdi uzun uzun izlemekten kağıtları. Ben ise bir yerlerde gururlanırdım seninle, “bakın bu adam benim babam, çok güzel resim yapıyor!” diye.
Aslında bakarsan hala öyle anlatıyorum seni, seni tanımayan insanlara. Tanıyanların yanında açamıyorum bahsini, onlar da biliyor bulduğum ilk omuza yıkılacağımı, onlar da biliyor nefret dediğim o duygunun ardında nasıl mahvettiğimi tüm hayatımı. Duymak istemiyorlar seni, bırak duymasınlar.
Hepsinden farklı bu satırlarım, nefretle değil, özlemle anıyorum adını. Seneler önce pes ettiğin gibi ben de pes ediyorum,
Beni affet anne,
Beni affet baba,
Seni çok özlüyorum.
 
takipçi satın al
Uwell Elektronik Sigara
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
Geri
Üst